Kimdir, adı nedir, kimin nesidir hiç bilmiyorum. Üzerinde kısa kollu siyah tişört vardı. Dizinin altında biten siyah bir pantolon giymişti. “Capri” pantolon diyeceğim de, haylice kilolu bir bedende onun adı bu olur mu karar veremedim. Brigitte Bardot’nun giydiği o efsane pantolon “capri” ise bunun adı başka bir şey olmalı diye düşündüm. Kiloları umurunda değildi. Ayağında terlikler, kendinden emin yürüyordu. Filmdeki bütün rolü buydu. 10 saniyelik bir bölümde, üç-beş adımlık bir rol. Figüran bile diyemeyeceğiniz bir kadın. Ben, işte o kadına takıldım.
“Eyyvah Eyvah”ın ikinci filmini de aynı keyifle seyrettim. Dalmış öyle seyrederken bir an fark ettim ki, karşımdaki ekranda kendi yüzüm. Kahire sokakları yıkılıyordu, Türkiye birbirine girmişti. Başbakan yine etrafı sallıyordu. Bense o karanlıkta, kendimi seyrediyordum. Beyazperde dev bir aynaya dönüşmüştü ve o aynada yüzümdeki mutluluğu okuyordum. Düşman sandığım ayna dosta dönüşmüş, alnımdaki kırışıklıkları alıp götürmüştü. Ege’deydim. Akraba bir kasabadaydım. Geyikli’deydim, küçüklüğümün Akhisar’ı da olabilirdi, Salihli’si, Foça’sı, şurası burası. Papatyalar açmıştı, her taraf mis gibi enginar kokuyordu.
Filmin sonunda olağanüstü bir düğün sahnesi vardı. Belli ki Geyikli ahalisi oynuyordu filmde. Birazdan bardaktan boşanırcasına bir yaz yağmuru başlayacaktı. İşte o kadını orada gördüm. Siyah tişört, siyah capri pantolon. Yürüyordu. Kimseyi iplemeden, umursamazca, kendinden emin, yürüyordu. Bütün rolü, siz deyin 10, ben diyeyim 15 saniyeydi. O kare dondu, fotoğraf büyüdü, büyüdü ve koskoca bir hayat haline geldi. 10 saniyelik rol, kendime ait bir nehir romanın başrolüne dönüştü.
Güzel bir Gümüldür yazıydı. Annem çocuklarına sesleniyordu. “Hadiii yemek hazır...” Halam, seyrelmiş saçlarını geriye iterek, yatağından doğruluyordu. Bedeni bitap düştüğü halde, yüzündeki o muzip ifade aynıydı. Yine komik bir şeyler anlatıyordu. Geçen hafta 42 yaşındaki doktor kızını kaybeden teyzem sessiz hıçkırıklarla ağlıyordu. Urla Camii’nden halamın cenazesini kaldırırken, avlunun ucunda oturan tanıdık kadınları gördüm. Egeli kadınları... Yaz geldiğinde, kilolarına bakmadan giydikleri kısa kollu tişörtlerine, modası hiç geçmeyen capri pantolonlarına baktım. Masaya getirdikleri otların, bebek enginarların kokusunu aldım. Sonra kendi kendime konuşmaya başladım. Allah’ım, hayat devam ediyor. Her şeyin kayıp gittiği şu çılgın dünyada, hiç olmazsa capri pantolonlu kadınlar yürüyorlar. Düğünlerde yürüyorlar, güzel yaz günlerinde yürüyorlar. Evlat acılarında, cenazelerde yürüyorlar. Ve bütün bunların hepsi, o 10 saniyede olup bitiyordu.
Ata Demirer’in yüzündeki o sahici ifadeye, o samimiyete baktım. Demet Akbağ’ın, en ağır film makyajının bile saklayamadığı dostluğunu, harika klarnetin sesindeki tanıdık güveni hissettim. Baktım ki, kendi kendime konuşmaya başlamışım: “Hâlâ böyle güzel şeyler var be yav...” Sonra aynanın karşısına geçtim. Dudağımın kenarını en ukala, en gıcık ifadeyle kaldırdım. Yumruğumla çenemin ucuna hafifçe vururken konuştum: “Ayvan...” Aynada gördüğüm suret hiç şüphesiz galiz bir şeyi hak ediyordu. “Ama” dedim; “Kendi kendime bu kadar da kıyağım geçsin...” Neticede hayatın katı gerçeği ile bu güzel pazar günümü berbat etmeye hakkım yoktu.