İddia ediyorum, stat anarşisini körükleyenler, yöneticiler, kulüp başkanlarıdır. İstesinler, bu işleri bıçak gibi keserler.
ÇEK Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’dayız.Bizi stada götüren otobüse bindik.Stat şehrin çok dışında değil. Hem arabaların, hem de otobüslerin rahat rahat park edebileceği koca bir alan. Hiçbir şekilde itiş-kakış olmadan stada girdik. Küfür yok, tehdit yok. Seyrettik, maçı F.Bahçe 1-0 kazandı. Çıktık dışarıya, rahat rahat yürüye yürüye gene hiçbir tacize maruz kalmadan otobüse geldik. Kimisi eşini almış, kimisi sevgilisini, kimisi çocuklarını... Onlarla da konuşarak, sanki bir tiyatrodan, bir sinemadan çıkmış gibi maçtan ayrıldık.
Şimdi dönelim Türkiye’ye... Böyle bir Şampiyonlar Ligi maçı için Fenerbahçe Stadı’na, İnönü Stadı’na veya Ali Sami Yen’e gidelim. Stada yaklaşıyorsunuz, bazı yollar kapalı. Arabadan inip yürüyeceksiniz. Olabilir. Hani güvenlik açısından ya! stada yaklaştığınızda barikatlar karşılıyor sizi. Cebinizde biletiniz var, maçın başlamasına da 20 dakika, yarım saat var. Yani geldiğiniz süre çok makul.
Ama biletli olarak gireceğiniz kapıya yaklaşamıyorsunuz. Barikatlarda sıkışıyorsunuz, sizi arkadan önden itiyorlar, kakıyorlar. Çünkü, inanılmaz bir yankesici grubu, çok organize bir biçimde faaliyetteler. Alınan önlemler onların lehine. Çünkü insanlar sanki maça değil de, koyunların veya ineklerin sokulduğu bir ahıra zorla itekleniyorlar. Eğer maç F.Bahçe-G.Saray maçıysa veya şampiyoluğu belirleyecek bir maçsa, sizin kombine biletiniz de olsa, numaralı biletiniz de olsa, eğer maça 2 veya 3 saat önce gitmezseniz, zaten girme hakkını kaybediyorsunuz.
Kaderine razı olacaksın!
Diyelim ki, girdiniz. Tribündeki yerinize güç bela ilerliyorsunuz. Çünkü merdiveler boş değil. Maç başlamıştır artık ve siz yerinize ulaşıyorsunuz. Bir de bakıyorsunuz ki, yerinizde birileri oturuyor. ‘Lütfen’ diyorsunuz, ‘Yerimden kalkar mısın?’ Sana elinin tersiyle ‘H... tir’ diyor. Polis arayacaksın veya güvelik görevlisi, ulaşma şansın yok. Ya kaderine razı olup, alaturka tuvalete oturur gibi yere çömelecek seyredeceksiniz ya da ‘Lanet olsun’ deyip maçı terk edeceksin.
Devre arasında ihtiyacın olacak, tuvaletler iğrenç. ‘İki yudum bir şeyler içip, yiyeyim’ diyeceksin çok zor. Ya 10 dakika evvel çıkıp, hakikaten maçtan kaçacaksın ya da zamanında çıksan bile stadın etrafındaki taksiler gidiş yollarını sağa park edip tıkadıkları için en az bir saatte stat mahallinden ayrılacaksın. Bu arada fanatik gruplar zaten kavgaya tutuşmuşlardır. Birbirini kovalayanlar, taksiye, minübese veya otobüse binen taraftarları o taşıma aletlerinin içine girip döven rakip taraftarlar... Ve en sonunda öldürülen 16 yaşında bir çocuk.
Bizler profesyonelleriz. Yani, bu işler ne kadar keyifli olursa, ne kadar çok seyirci televizyon başına veya stada gelirse, bu işten o kadar fazla ekmek yeriz. Bakınız, nerelerden nerelere geldik.
Çocuklar gitmesin mi?
Çok yakınım veya yolda konuştuğum birçok insan, maçlara kesinlikle artık çocuklarını götürmeyeceklerini söylüyolar. ‘Eskiden eşimizi, kızımızı alıp gidiyorduk, lanet olsun artık gitmeyeceğiz’ diyorlar.
Kim ne kadar suçlu? Kaç gram suçlu, kaç metre suçlu? Futbol oynadığım yılları hatırlıyorum ve şimdileri... Her geçen gün kötüye gittik. İsim hiç önemli değil. Çok net ama çok net söylüyorum. Polis, vali, İçişleri Bakanı, Başbakan, gazeteci. Belki bu işlerde az veya çok bu çorbada tuzu var. Ama hala net bir şeyi söylüyorum arkadaşlar. İddia ediyorum, bu işleri bu hale getirenler net olarak yöneticiler, kulüp başkanlarıdır. Herkes bir tarafa, onlar bir tarafa. İstesinler, çomaklamasınlar, anlaşsınlar. Bu işleri bıçak gibi keserler.
Sahnenin arka tarafında uyguladıkları, söyledikleri şeyler iğrenç. Ama perdenin önüne çıktıklarında son derece yalan konuşuyorlar. Yaptıklarını inkar ediyorlar. Bu iş bu kadar net.
Bıçakcı’nın UEFA’da işi ne!
NEDEN, neden, neden... Niye, niye, niye... Nasıl, nasıl, nasıl... FIFA, yayıncı kuruluşun görüntüleriyle disiplin cezası verilmesini özellikle istiyor, emrediyor. Çünkü diyor ki, ‘Spor önce ahlaktır.’ Veya ‘Ahlaklı adam spor yapar.’ Veya ‘Sporcudan ahlaksız insan çıkmaz.’
Sen, statlara güvenlik kameraları yerleştiriyorsun. Neden? Birbirine küfür eden, bir şeyler atan veya bıçaklayanları yakalamak için. Yakaladıklarına da suçuna göre cezalar veriyorsun. Dönüyorsunuz, sahanın içinde kameralar var. Orada sporculuğa aykırı hareket edenleri yakalıyorsun, ceza veriyorsun... İşte Türkiye’nin Avrupa’dan farkı burada.
Tribünde yakaladığın suçluya ceza verip, onu mahkum ediyorsun. Sahada yakaladığını önce ceza veriyor, sonra affediyorsun. Yani bir çuval inciri pisletiyorsun. Çok enterasan. Futbol Federasoynu Başkanımız, UEFA Tahkim Kurulu’nun etkili bir adamı. Tahmin ediyorum, bu olayları oradaki tahkimin üyeleri duysalar, Levent Bıçakcı ile dalga geçerler ve arkasından konuşurlar. Bu adam, UEFA Tahkim Kurulu’nda yaptıklarını ve uyguladıklarını Türkiye’de yapamıyorsa veya yapmaya kalkıp onu deliyorlarsa, o zaman UEFA’da işi ne?
THY pilotuna sesleniyorum...
PAZAR günü Trabzon’dan 10.00 uçağı ile İstanbul’a döneceğim. Fakat, hem İstanbul’da, hem Tabzon’da havalar bozmaya başladı. Pazar akşamı ‘Maraton’ var, pazartesi de Prag’a gideceğim. Biraz beyin cimnastiği yaptım. Dedim ki: ‘Sabah Trabzon’a gelip, İstanbul’a dönecek uçağa bineceğim. Cumartesi gecesi Trabzon’a gelip, alanda bekleyen ve sabah 07.20’de kalkan uçakla gitsem, işimi sağlama alırım.’
Aynı gün yine aynı saatte Ankara uçağı var, o da bizim uçağın yanında kuzu gibi yatıyor. Sabah 05.00’te kalkıyoruz, 06.30’da alandayız. Çünkü Türk Hava Yolları uçuşa 20 dakika kaladan sonra gelenlerin biletlerini iptal ediyor. Yani çok ciddi (!) çalışan bir müessese. Saat 07.00’ye 10 kala uçağa alınıyoruz. Aşağıda neler oluyor, neler yaşanıyor tam bilemiyorum. Kulaktan duymadan da buraya bir şeyler yazmak istemiyorum. Ama bizim uçağın Trabzon pistinden tekerleklerini çekme saati, 08.15. Yani takriben 1,5 saat uçağın içindeyiz. Trabzon-İstanbul arasındaki uçuş süresi de 1 saat 50 dakika. TK 543 sayılı uçak, salimen kalkıp, salimen iniyor.
Biliyorum, senin suçun yok
Pilotlar ne yapsın, hostesler ne yapsın. Ama uçağın içindeki herkesin canı burnunda, herkes hostesleri dağıtıyor. Havalanan uçakta kaptan konuşuyor. Konuşma tonundan hissediyorum, o da sinirden çıldırmış durumda. Uçuş süresini ve uçma yüksekliğini, inme zamanını söylüyor. Kalkıştan dolayı özür diliyor. Kendi ismini sonuna ilave ediyor: ‘Ben kaptan pilot Mehmet Ali Geçgel.’ Sevgili kaptanım, ben senin yerinde olsam, Türk Hava Yolları’na uymam, soyadımı değiştiririm. Senin hiç suçun ve hatan yok biliyorum. Ama birileri büyük hatalar yaptı ki, bu iki uçak bu kadar geç kalktı. Ve bu iki uçağın geç kalkması yüzünden diğer tarifeli uçaklar da geç kalktılar. Zarar ne kadar bilmiyorum. Hesap sorarlar mı, onu da bilmiyorum. Ama senden ricam, anons yaparken ‘ben kaptan pilot Mehmet Ali’ de. Gel, ‘Geçgel’den vazgeç.
RTÜK’ü anlamak mümkün değil
HINCAL’ın RTÜK konusunda yazdıklarının altına imzamı atıyorum. Bu konuda geçen yıl ben de bir ihtar aldım. RTÜK bunları neye dayanarak veriyor, bilemiyorum. Demekki, RTÜK, Türkiye’de savcılardan ve hakimlerden daha üst konumda. Yalnız bir yerde haksızlık ve özellikle yanlışlık yapılıyor.
Hıncal veya Erman ters bir şey konuşursa, hakkında konuşulan şahıs, onları mahkemeye verir, iş sonuca gider. Ama ‘Erman bir şey söyledi, Hıncal bir şey söyledi’ diye yaptıkları programın sunucusunun veya yönetmeninin ne kabahati var? RTÜK’e göre yumurtayı kıran da sepeti götüren da aynı cezayı alıyor. Anlamak mümkün değil.