BEN Ankaragüçlüyüm. 10 sene oynadım. Ama Gençlerbirliği’nin yeri de farklıdır. Çünkü ilk lisansım benim Atatürk Lisesi’nde okurken Gençlerbirliği genç takımından çıkmıştı. Gençlerbirliği’nin kuruluşu 1923, Ankaragücü’nün kuruluşu 1910’dur. Ankaragücü kuruluşunda bir İstanbul takımıdır. İsmi de İstanbul Sanatkarangücü’dür. Yani silah üreten fabrikanın takımı.
İstiklal Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Atatürk, "İstanbul’da bu silah üretimini rahat yapamayacağız, Ankara’ya taşıyacağız" diyor ve bu takımın futbolcularını da alarak Ankara’ya doğru yola çıkıyorlar. Ama yolda giderken düşman güçleriyle çarpışıyorlar. Takımın yarısı ölüyor. Sonra geliyorlar Ankara’ya, Ankaragücü adını alıyor. Yani Makina Kimya Endüstrisi (MKE) Ankaragücü.
Gençlerbirliği de Ankaragücü de Ankara’da taraftarı olan köklü kulüpler. Ankaragücü daha halka dönük bir geçmişe sahiptir. Gençlerbirliği ise daha aristokrattır. Atatürk Lisesi ve Siyasal Bilgiler Fakültesi orijinli futbolcularıyla iki ekip de Ankara’da renkli takımlardır.
Mantar gibi türediler
Seneler seneleri kovalar, Türkiye’de şartlar değişir, belediye takımları peydah olurlar. Bu takımların seyircileri yoktur. Taşıma suyla değirmen döndürürler. Ellerinde büyük maddi güç ve devlet gücü olduğundan istediklerini, istedikleri yoldan rahatlıkla elde ederler. Ama bir şeyi elde edemezler. Futbolcuları satın alarak, takımlarına katan bu güçler para vererek seyirciyi satın alamazlar. Dünyada insanlar dinlerini değiştiriyorlar ama takımlarını değiştiren az adam vardır. Taraftarı olmayan takımlar da sonunda ölmeye mahkumlardır.
Melih Gökçek’in manevi başkan, oğlunun da başkan olduğu Ankaraspor’un her türlü imkanı var. Ama taraftarı yok. Bu sefer ne olacak, taraftarı olan bir takımla birleşecekler. Yani Ankaragücü’yle. Peki bu Ankaragücü için hayırlı olur mu? Onu bilemem. İki kulüp yöneticileri otururlar, konuşurlar, anlaşırlar, anlaşamazlar. Benim esas geleceğim nokta başka bir yer.
Gençlerbirliği yıllar önce neredeyse amatör kümeye düşecekti. İlhan Cavcav kulüp başkanı oldu, o zamanki Federasyon Başkanı Halim Çorbalı ağabeyimiz de destekledi ve Gençlerbirliği, 2. Lig, ardından da 1. Lig’e geldi. İstikrarlı bir takım oldu. Bütün bunlar olurken İlhan Cavcav, 100 bin liraya Afrika’dan getirdiği Kamerunlu Geremi’yi, Real Madrid’e milyon dolarlara sattı. Yıllarca çok iyi transferler yaptı ve bu işten kulüp büyük paralar kazandı. Ve İlhan ağabeyi alkışladık. Ama İlhan ağabey 3-4 yıldır gerisin geri gidiyor. Biliyorum, eleştirilere de sinirleniyor.
Soruyorum ona, Mehmet Çakır gibi bir oyuncu şu an Gençlerbirliği kadrosunda var mı? Bu Mehmet Çakır’ı, Ankaraspor’a İlhan ağabey kendi isteğiyle mi verdi yoksa Ankara Büyükşehir Belediyesi oba altından sopayı gösterip, tabiri caizse şaka tabi ki, silah zoruyla mı aldı?
Hangi menfaatler korunuyor?
Mehmet Çakır’ın satışından G.Birliği kasasına ne kadar para girdi? Geçen sene Ankaraspor gene Gençlerbirliği kadrosuna elini attı, bu sefer Gökhan ile Eren’i aldı. Gökhan’ın da Eren’in de bonservis bedellerine 100 YTL. ödedi. Bu paraların iki veya üç misline Eren ve Gökhan ayarında futbolcular Gençlerbirliği’ne alınabilir miydi? Hayır. O zaman şimdi soruyorum. Ankara Büyükşehir Belediyesi ve İlhan Cavcav, Ankaraspor ve G.Birliği’nin menfaatlerini koruyarak mı bu transferleri gerçekleştiriyorlar, yoksa bizim bilmediğimiz başka şeyler mi var bu işin içinde? Eğer varsa belediye kulüplerinin, karşı kulüpler ve karşı yöneticiler üzerinde yaptıkları ve yapabilecekleri baskılar, bu tabi ki ellerindeki devlet gücü sayesinde gerçekleşiyor, büyük bir tehlike.
İlhan Cavcav’ın geçen gün gazetelerde bir beyanatını okudum. Futbolculara ve teknik adamlara gözdağı veriyor ve arkasına ilave ediyor, "Büyük para cezaları keserim" diyerek. Peki İlhan ağabey, sana büyük para cezasını kim kesecek? Yoksa bu cezayı Büyükşehir sana kesti mi veya kesmeye devam edecek mi? Ve bunun sonunda da Gençlerbirliği takımı tehlikeli günler yaşayacak mı?
Hakem aleminin 4’te 3’ü eyyamcı
HAKEM hakem, diyoruz da hiç farketmiyor. Bunların hepsi aynı haltın soyu. Kolay kolay da değişmiyorlar. Yıllardır oynanmayan süreler hakkında televizyonlarda ve gazetelerde bas bas bağırdım. 3 dakika koyuyorsan 3 dakika, 5 dakika koyuyorsan 5 dakika oynatmaya mecbursun. Hem de kemiksiz oynatacaksın. Ama hakemler bir an evvel düdük çalıp, kaçıp kurtulmak için bu süreleri oynatmıyorlar. Neden? Korkuyorlar. Aynısı bu hafta oldu. Chelsea-Manchester United maçında. 3 dakika uzatma vermiş hakem. Saniyeler 92.41’i gösteriyor. Ceza alanı yayı üzerinden bir serbest vuruş düdüğü çalıyor. Kalmış 19 saniye. Ve hakem başka işlerle uğraşmaktan tepki gösteren futbolculara bakmaktan, bu süreyi bitiriyor ve bitiş düdüğünü de çalıyor. Hani FIFA’nın "Oynatacaksın" dediği cümle. İddia ediyorum dünyadaki eyyamcı hakemler 4’te 3’ün üzerinde. Bu 4’te 1’in altında olanlar da tam yırtıp, Dünya Kupası’na gidiyorlar ya da alt kademelerde başları kesiliyor, yok ediliyorlar.
UEFA’dan okkalı ceza
UEFA tarafından yeni uygulama başlatıldı, ama kimse farkında değil. Bir takım aynı maçta 5 kart veya 3 kırmızı kart görürse bu takım olarak centilmenliğe aykırı hareketten 20 ile 50 bin arasında para cezasına giriyor. Hem de okkalı. Yani 1 kırmızı 4 sarı olabilir, 3 sarı, 2 kırmızı olabilir veya 4 sarı olabilir. Veya sadece 3 kırmızı. Bilmeyenlere duyurulur.
Her sakallı dedeniz değildir
İLKOKUL ve ortaokul dönemleri, sinemalara gideriz, filmden evvel iki, üç dakika miki filmi oynar, ağzımız sulana sulana seyrederiz. Sonra, dünya kupalarından görüntüler gelir onu da bayıla bayıla izleriz.
Biz futbolcuyken, gazetelerdeki yorumlar, sonra hakemlik dönemi, televizyonlarda piyasaya çıkmaya başlama. Sonrası, şimdiki dönem. Fanatik kulüp yazarları, yani at gözlüklü yazarlar yavaş yavaş yok oluyorlar. Bunların tamamen kaybolması düşünülemez. Çünkü, gazete tirajlarıyla ilgili bir yerde bu işler veya reytinglerle. Ama, televizyonlarda da artık insanlar kavgaya prim vermiyorlar. Gazetelerde de düzgün yorum yapanları okuyorlar. Diğerlerini es geçiyorlar. Diğerlerinden bazıları da sağa, sola sataşarak bazıları da şaklabanlık yaparak prim yapma yolundalar. Yazı ve fotoğraf ile insanları bir yere kadar aldatırsınız. Ama televizyonla aldatma şansınız yüzde 3 veya 2’lere düşer. Gazetede yazarken yüzünüzün kızardığını okuyucu göremez veya kızarmadığını. Ama televizyonda yönetmen suratınıza zoom yaptığında, yani yaklaştırdığında göz ve yüz mimikleriniz eğer yalan söylüyorsanız sizi ele verir. Çünkü, gözler yalan söylemez.
İşlerine nasıl gelirse
Topa ayağını sürmemiş bazı yorumcular ve yazarlar işine gelmeyince Veli’yi, Ali’yi örnek gösteriyorlar. İşine gelince Hüsnü’yü. Onlar için tek şey var. Sahada hakemin, televizyonda da yorumcuların onların takımının lehine pozisyon yorumu yapmaları. Bu tip yorumcular, kendi takımlarına sempatik gözükürken, "Ben düzgün adamım, rakibime de kıyak yapıyorum" diye kendi takımına 10 porsiyon döner keser.
Bir karar aldım ve bunu bu sezon uygulayacağım. Mesela, önceki hafta Fenerbahçe kalecisi Volkan’ın, Hacettepe’nin futbolcusu Sukaj’a yaptığı hareket. Ben buna penaltı dedim. Neden dediğimi de Maraton’da izah ettim. Bu pozisyonu yönetmene saklatıyorum. Keza bu hafta Nonda’nın kaleci Serdar ile girdiği pozisyona faul dedim. Bu pozisyonu da saklatıyorum. Neden biliyor musunuz? Bir kaleci ile bir oyuncu havaya çıkıyor. Bazı kesimlerden sesler geliyor, "Ne var bu da aynı pozisyon." Hayır, aynı değil beyler. Kaleci bir topa yükseliyorsa, ellerini de kaldırmış topa gidiyorsa ve bir rakip oyuncu bu yükselen kaleciye gelip yandan şarj yapıyorsa, bu nizami bir şarj değildir. Çünkü, önce kaleci topa yükselmiştir, kollarını kaldırmıştır, denge unsuru sıfırdır, yapacağın ufak bir hareketle onu yere düşürürsün ve dağıtırsın. Bu fauldür. Bir hücum oyuncusu kafaya çıkıyordur, topa yükselmiştir, kaleci de sonradan gelir aynı topa yükselir. İlk yükselen oyuncu kafayı vuracaktır ama kaleci geldiği için topla beraber yere düşer. Bu faul değildir. Kaleci Volkan, Hacettepespor maçında rakibine geliyor. Dizlerini kaldırmış gözleri kapalı. Sukaj kafayla Volkan’ın üzerinden topu aşırıp, ikinci pozisyona depar atacak. Ama top gözleri kapalı olan Volkan’ın koluna çarpıyor, sağa doğru düşüyor. Volkan da çöp kamyonu gibi rakibinin üzerine. Bu penaltıdır. Çünkü Volkan rakibinin ikinci bir hareket yapmasını, topa hamle yapmasını engellemiştir. Kontrolsüz gelmiştir. Ama aynı pozisyonda bir kaleci bir oyuncuya doğru gelsin, oyuncunun kafayla aşırtmak istediği pozisyona iki eliyle veya bir eliyle olanca süratiyle vursun. Top gerisin geriye 20-30-40 metreye gitsin sonra da rakibe çarpsın, düşsün. Bu pozisyon penaltı değildir. Çünkü oyuncu topa hareketini yapmıştır.
Hayali tartışma olur
Bir üçüncü şık bir oyuncu tamamen art niyetli topa vurur aynı anda da rakibine dizini geçirir, tekmeyi geçirir. Bunun da değerlendirmesi ayrıdır. Yani, yolda her gördüğünüz sakallı dedeniz değildir. Her gördüğünüz pozisyon da aynı değildir. Bu hakemin pozisyondaki açısına, pozisyona hakimliğine her şeyden de önemlisi, futbolu bilip bilmemesine bağlıdır. Gerisi hikaye...
Şu anda Süper Lig’de futbol oynamış 10 tane eski futbolcuyu yorumcu olarak getirelim. Bir pozisyon oynatalım. Büyük ihtimalle 8 tanesi aynı kararı verir. Belki birinde tartışırlar, birinde parçalanır, ayrılırlar. Ama bakın bu 10 kişiye, 10 tane eski hakemi getirin yorum yaptırın, çoğunluğunda doğruyu bulursunuz diyemiyorum. Hayali tartışma olur. Hiç top oynamamış ama yorum yapan gazetecileri getirin. 3 ayrı çeşit yorum çıkar. Bu iddialarımda da sonuna kadar varım. Bu sezon Maraton’da bu pozisyonların karşılaştırılmasını ligin ilerleyen haftalarında sıkça göreceksiniz. O zaman ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.