Paylaş
Bu belgeselin her bölümünde, başarıların nasıl kazanıldığına yönelik, Jordan’ın yanı sıra, koçlarından, yöneticilerinden, ekibinden ve takım arkadaşlarından da üzerinde düşünülmesi gereken tespitler ve tavsiyeler yer alıyor. Beni en çok etkileyen paylaşımlardan biri, belgeselin 8. bölümünde, Jordan’ın kişisel antrenörü Tim Grover’ın söyledikleri oldu.
'The Last Dance' Ep. 8 - Tim Grover on MJ: 'I'll see you tomorrow'
Grover, Michael Jordan’ın beyzboldan tekrar basketbola döndüğü ve şampiyon olamadıkları sezonda, elendikleri son maçın ardından yaşadıkları diyaloğu, o anı tekrar yaşarcasına, gözleri dolu dolu, şu şekilde aktarıyor: “Normalde, her sezon sonrası dinlenmek için kısa bir ara verirdi. O gece, maçın ardından yanına gidip ne zaman buluşacağımızı sordum. Yarın, sabah görüşürüz dedi…”
Sonrasında da Jordan’ın karakterini daha iyi anlamamıza yardımcı olacak şu paylaşımı yapıyor:
“Michael'ın kendisine, taraftarlara, takım arkadaşlarına, organizasyona, ailesine, herkese karşı bir sorumluluğu vardı. Oturup televizyonda ya da tribünde beni izlemek için 3 saatinizi harcayacaksanız, size en iyisini sunma sorumluluğum var derdi. Size her zaman elimden gelenin en iyisini sunma…”
En iyi olmanın, başarısını sürdürebilir kılmanın; durmadan, daha iyi olmak için savaşmak olduğunun bilincinde bir lider olarak herkese göre iyi bir insan değildi, bazen çekilmez bir takım özelliklerini de yansıtıyordu. Belgeselde Jordan’ın bu farklı özellikleri de tüm çıplaklığı ile paylaşılmış, zaten çoğunu bizzat kabul ediyor: Ego, bitmeyen kazanma hırsı, kaybetmeyi kabullenmeme, motivasyon, sürekli bir meydan okuma, bazen zorbalık, farkındalık, adanmışlık, vahşilik, maneviyat, insanlık (kupaları kazandığında ağlaması), kısacası çok farklı duygu yansıtılıyor belgeselde… Bununla birlikte, hep var olan liderlik özellikleri: Bitmek bilmeyen, tamamen başarı odaklı çalışma arzusu ve bu doğrultuda etrafındaki herkesi bu vizyonda birleştirmesi, herkesi yukarı çekme sorumluluğu ve hangi engelle karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, takım olarak bunların üstesinden gelme becerisi (gıda zehirlenmesi geçirip ertesi gün final serisine çıkıp, maçı kazandırması gibi)…
Jordan’ın şu paylaşımları, kişiliğini zaten oldukça açık bir şekilde ortaya koyuyor: “Herkes bir gün Michael Jordan olmak istiyor, ben ise her gün Michael Jordan olmak zorundayım…” “Her maçı son maçımmış gibi oynuyorum…”
Basketbolu çok seven biri olarak, Michael Jordan benim çocukluk efsanemdi, ancak onu hiç canlı izleme imkanım olmadı. Michael Jordan ile aynı karakterde, aynı kazanma hırsında ve liderlik özelliklerinde bir basketbol efsanesi ile ise hem tanışıp sohbet etme, hem de kendisini yıllarca canlı izleme imkanına sahip oldum, ülkemizdeki pek çok basketbol sever gibi… Bu kişi, pek çok basketbol otoritesi tarafından Avrupa’nın gelmiş geçmiş en büyük basketbol koçu olan, yaşayan efsane Zeljka Obradovic’ti…
Derslerimde, konferanslarımda, katıldığım tartışma programlarında yeni nesil liderlikten, değişen dünyada fark yaratmak için gerekli yetkinliklerden ve sürdürülebilir başarıdan bahsederken Obradovic’i hep örnek olarak gösteririm. Öte yandan, sporda kulüpler seviyesinde istikrar konusunda sorunlarımız olduğunu bildiğim için, bir gün böyle bir yazı yazacağımı tahmin ediyordum. Bu nedenle, her sene, her Final Four sonrası takımın performansı ve Obradovic’in takım üzerindeki etkisine yönelik notlar almıştım. Ne yazık ki, bu yazıyı yayınlanma zamanı geldi… Fenerbahçe Basketbol Takımı ile unutulmaz zaferler ve kupalar kazanan, Zeljka Obradovic, geçtiğimiz hafta, 1 yıl takım çalıştırmaya ara vereceğini belirterek, Fenerbahçe’den ve ülkemizden ayrılma kararını açıkladı.
Obradovic’in ayrılmasından dolayı, ben de çok üzgünüm. Bu konuya yönelik detaylı yorumları spor yazarlarına bırakıyorum. Ben, bu yazımda, her hafta, Ülker Sports Arena’da yönettiği maçları izlerken bir şeyler öğrendiğim, gerçek bir liderin aramızdan ayrılması sonrası ondan çıkarımlarımı paylaşmak istedim.
Obradovic’in koçluğunu derslerime taşımamın ve iş dünyası için de sıkça örnek olarak paylaşmamın nedeni “yıllar geçse de, farklı atmosferlerde, farklı kültürlerde, farklı takımlar ile aynı seviyede, en üst başarıyı yakalamasından” kaynaklanıyor. Obradovic de tıpkı Jordan gibi, “yaşamın bir döneminde şampiyon olmaktan ziyade, asıl önemli olanın çizgiyi geçtikten sonra yaptıklarınız ile şampiyonlukları sürdürülebilir hale getirmek” olduğunun bilincindeydi… Sayısız şampiyonluklar kazanan bir lider olarak, şampiyonlukların kolay kazanılmadığını bildiği için, “kazansan da, kaybetsen de ertesi sabah çalışmalısın…” diyerek, çalışmanın ve hazır olmanın önemine işaret etti. İstisnasız her röportajında, her söyleminde özellikle genç oyuncuların daha fazla çalışmaları gerektiğini; yıldız olmak için yılmadan yorulmadan çalışmaya devam etmelerinin önemini belirtti. EuroLeague kupasını, 9. kez kazandıktan sonra (bir daha çok büyük ihtimalle hiç bir insan bu başarıyı yakalayamayacak), bundan sonra ne yapacaksınız sorusuna şu unutulmaz yanıtı vermişti: “Bu gece hep beraber eğlenip, başarıyı kutlayacağız, yarın sabah yeni sezonun hazırlıklarına başlayacağız”. Tıpkı Michael Jordan gibi değil mi? Yeni dünyada, artan rekabette, değişimin bu denli belirsiz olduğu bir ortamda, başarılı olmak için, Obradovic’in yaklaşımını örnek almak oldukça önemli, tabi kolay değil… Belirsizliğin, rekabetin, yıkıcı inovasyonların etkisini her geçen artırdığı bu dönemde Obradovic gibi, her yeni gün SWOT (güçlü yanlar, zayıf yanlar, fırsatlar ve tehditlerden oluşan bir strateji planlama yöntemidir) analizini baştan yapmakta yarar var…
Bununla birlikte Obradovic’in takımında hep yıldızlar olmuştur, ancak bu yıldızlar, Jordan’ın Chicago Bulls dönemindeki oyunculuğu gibi takımda öne çıkmaz. Obradovic için takım oyunu esastır. Her oyuncunun da ana görevi takımı üste çıkarmak olmalıdır. Ancak, Obradovic, özellikle yetenek gördüğü ve çalışma azmi olan yıldızlara da yatırım yaptı. Pek çok yıldızı, henüz çok erken yaşlarda, kimse tanımadan keşfetti; onları yönlendirdi ve yıldız olmalarına, alanlarında en iyisi haline gelmelerine ve şampiyon olmalarına katkı sağladı. NBA’de dahi, Obradovic ekolünden geçip, Türkiye’de oynadığı dönemde çok parlamasa da, bugün oynadığı takımın en popüler oyuncusu haline gelmiş isimler mevcut.
Obradovic’in bir maç esnasındaki tavırları da açıkçası pek eşine rastlanır türden değildir. Her an maçın içindedir, bir yandan bütün enerjisi ile takımı motive etmeye çalışırken, yeri gelir (yeri gelir derken genelde) takımı ve oyuncuları hatalarından ya da yeteri kadar gayret göstermediklerinden dolayı fırçalar (bunu da maçın ilk saniyesinden itibaren yapar), yeri gelir yüzü kıpkırmızı bağırıp çağırır ve isyan eder. Ancak, ne zaman kendisine yönelik tezahürat yapılsa ya da alkışlansa, tüm alçak gönüllülüğü ile önce, alkışla karşılık verip teşekkür eder; ardından da takımı işaret edip, asıl onların alkışlanması gerektiğini belirtir. Benim gibi, Obradovic’i izleyen herkesin şu anda, anlattıklarımı gözlerinin önünden geçirdiğine eminim. Başarıda olduğu kadar, mütevazilikte de istikrarlı olduğu için, bu ritüel hiç bir zaman değişmedi…
Yeni jenerasyonlarla ve özellikle Z jenerasyonu ile üniversitelerde ve iş yaşamında oldukça yakın çalışan biri olarak, Obradovic’in şu anda öğrencileri olan Z Jenerasyonu ile nasıl bu kadar iyi ilişkisi olduğu da beni oldukça şaşırtan bir konu. Maç esnasında genelde sinirli ve öfkeli olan; maçta ve molalarda oyunculara bağırıp, çağıran, hatta bazen onlarla kaba saba konuşan, sürekli onlara neler yapmaları gerektiğini söyleyen, asla tatmin olmayan biri, Z Jenerasyonunun kesinlikle tahammül edemediği bir profil. Peki değişen zamana, oyun şekline ve jenerasyonlara adapte olmak için ne yaptı Obradovic? Kendilerine ters gelen davranışlarına rağmen neden yeni nesil bile bu adamı bu kadar benimsedi? Gelin bunu kendi cümlelerinden dinleyelim: “Her gün, her yeni gün yeni bir şeyler öğrenmeye ve bunları takım için uygulamaya çalışıyorum. Diğer antrenörlerle de çok konuşuyorum ve tartışıyorum. Oyuncularımla da hep iletişim halindeyim, onlar da hep güzel fikirler veriyorlar, onlardan çok şey öğrendim. Yıllar içinde benim için değişmeyen tek şey oyuncularla olan ilişkim, karşılıklı güven duygusu ve saygı oldu…” Bu konuyu öğrencilerim ve birlikte çalıştığım genç arkadaşlarıma da sordum, çıkardığım sonuç şu oldu: Z jenerasyonu, ne kadar genel karakteristik özelliklerine uymasa da karşısındaki kişinin samimi olmasına, başarı odaklı yaklaşımına inanıyorsa bu durumda ona saygı duyuyor ve söylediklerini önemsiyor (araştırma için teşekkürler Alp). Obradovic’in tartışmasız karizmatik liderliği, herkese karşı adaletli yaklaşımı, sorun çözme odaklı olması, başarıyı paylaşması, farklı görüşlere saygı duyması, takım için adanmışlığı, motivasyonu, kendisini sürekli geliştirmesi ve en başta kendisinin çok çalışarak gençlere örnek olması, onu herkes için tartışmasız bir rol model haline getirmekte.
Obradovic, oyuncular kadar idari kadro ve kendi teknik ekibi ile de sürekli koordinasyon içerisinde. Maç esnasında, teknik ekibin de bir orkestra gibi birbirini tamamladığını ve harmoni oluşturduğunu görürsünüz. Obradovic’in atladığı bir şey olduğunda ya da dikkati farklı bir yerdeyse, yardımcıları hemen müdahale eder. Bir de Obradovic’in hocalığının alametifarikalarından olan bir davranışı var. Maç esnasında, eğer bir oyuncu hata yaptıysa, hemen yedek kulübesinde, o oyuncunun yedeğinin ya da aynı mevkide oynayan oyuncunun yanına koşarak, hatalarını olabildiğince yüksek sesle ve tüm konsantrasyonu ile anlatır. Böylelikle maç oynanırken bile bir şeyler öğrenilebileceğini gösterir. Biliyor ki, o maç kaybedilse de, daha çok uzun bir yol var ve aynı hata tekrarlanmamalı…
Fenerbahçe Basketbol takımının tarihinin gelmiş geçmiş en başarılı dönemini yaşatan ve hiçbir kulübün başaramadığını gerçekleştirip, Euro League kupasını ülkemize getiren Obradovic’in ilk Final Four’dan “son dansa” kadar öğrettiklerini de paylaşmak isterim:
-İlk Final Four’da takımın şampiyon olma ihtimali çok azdı. Takım yeniydi, eksikleri vardı ve oyuncular henüz tam olarak birbirlerine alışmamışlardı. Ancak, Final Four öncesi, Obradovic, “her maçta eşit şansımız var, her şey olabilir. Yapabileceğinin en iyisini yaptığın zaman kaybettiğine üzülmezsin” demişti. Gerçekten üzülmedik, çünkü takım yeterli olmasa da hiç pes etmedi
-İkinci yıl, CSKA ile oynanan unutulmaz final maçına ve efsane geri dönüşe tanık olduk. Son ribaunt ile kaybedilen maç, bir mücadele esnasında ne olursa olsun asla pes etmemeyi, önemli olanın yere düşmek değil, kalkıp mücadeleye devam etmek olduğunu gösterdi… Final öncesi demeci zaten bu mücadelenin habercisiydi: “Herhangi bir müsabakada ikinci olmak için gelmedim.” O sene, bazı mağlubiyetlere üzülmemek gerektiğini öğrendik.
-Bir sonraki sene, İstanbul’daki Final Four belki de bir takımın en rahat kazandığı Final Four oldu. O kadar rahat bir final oldu ki, sanki takım 6 kişi oynadı, çünkü Obradovic de maçın içindeydi. Her hücumda, her savunmada, tek tek neler yapılması gerektiğini eksiksiz olarak oyuncuları ile paylaştı.
-Şampiyonluk sonrası, Obradovic’in takımına yakışır bir slogan benimsendi:“Never enough” (asla yetmez)… O sene de takım Belgrad’da final oynadı. Az farkla şampiyonluk kaçtı, ancak yine üzülmedik. Obradovic, başarıyı sürdürebilir bir hale getirmişti, takım değişse, yıldızlar gitse de, yine finallerdeydik…
-Artık Obradovic yok, bundan sonrasını yaşayıp göreceğiz…
Yine de Obradovic’in bir röportajındaki söylemi ile bitirelim: “Ne derler, bilirsin. En son umutlar ölür. Umut etmeye ve inanmaya devam etmeliyiz…”
Paylaş