Paylaş
Londra’da sağlam bir maç seyrettim: Chelsea-Manchester United. Altı gol, kaliteli futbol. Yani bir maçta aradığınız her şey vardı.
Londra’da maçı seyrettiğim aynı gün ve saatte Türkiye’de Fenerbahçe-Beşiktaş maçı vardı. Maçları değil fakat sistemi karşılaştırmak için iyi bir fırsat oldu.
Üç büyükler aralarındaki her maçta olduğu gibi, Beşiktaş seyircisini neredeyse kafeslere oturtup, Fenerbahçeliler’le arasına araya güvenlik ordusu yığmıştık. Manu seyircisi ile Chelsea’li taraftarlar arasında sadece iki tane güvenlik görevlisi vardı. Kafes falan da yoktu.
Maça girerken, bizdeki gibi cebinde ne varsa polis tarafından toplanmıyor. Daha doğrusu üst arama diye bir şey yok.
Stadın içinde alkollü içki satışı var. Mesela, viski-cola bizim parayla 15 lira. Sadece tribüne sokturmuyorlar. Şampiyonlar Ligi’ndeyse alkollü içki yasağı var.
Misafir seyirci ve ev sahibi aynı anda çıkıyor. Stadın hemen dışında toplu olarak, başlarında birkaç atlı polis eşliğinde kendilerini getiren araçlara gidiyorlar. Bu sırada kendilerine en ufak bir sataşma falan da olmuyor.
Bunları yaşayıp, aramızda bu durumu tartışırken, internet radyosundan Fenerbahçe-Beşiktaş maçında çıkan olaylardan bahsediyordu spiker.
Yıllar önce dünyayı birbirine katan İngiliz seyircisini, sistem nasıl kuzuya çevirmişti. Biz de aynı yöntemleri araştırsak başarılı olur muyuz, diye düşündüm bir ara. Fakat, daha birkaç hafta önce iki kulüp başkanın bile birbirini yumrukladığı aklıma geldiği için vazgeçtim.
Bunlar da spor Oscar’ı
Telefon çaldı, “Hadi Londra’ya gidiyoruz”. Soğuklar canıma tak demişti. Yağmuru kara tercih ederim. “Tamam” dedim. Takıldım Vodafone ekibinin peşine. Sponsorlarından biri oldukları, Laureus Akademi’sinin Spor Ödülleri’ni izlemeye diye yola çıktık. Kardan, soğuktan kurtuldum zannetmiştim. Londra’da tipiye yakalandık. Arkadaşlarla birlikte darmadağın olduk. Meğer Londra, karda en çok çuvallayan şehirlerden biriymiş. Neler yaşandığını gördükten sonra, İstanbul’a bu konuda fazla yüklenmemeye karar verdim. Şehrin göbeğinde, otele dönecek herhangi bir araç bulamayıp, ‘Tuk Tuk’ denilen üç kişilik bisikletle şehrin karlı sokaklarını turlamak, beklediğim bir şey değildi. Seyahatin amacı olan ödüllere gelince, Novak Djokovic’in en başarılı erkek sporcu ödülünü kazanması herkesin takdirini aldı. Diğer ödülleri yazmaya yerim yok. İlgisi olanlar spor sayfalarında okuyabilir.
Üç saatlik ödül gecesinde hiç sesini çıkarmayan kadınların, Bar Rafaeli sahneye çıkınca “Burası da çok sıcak oldu, artık bitse de gitsek” tarzı yakınmalarını doğru bulmadım. Manchester United’ın efsane hocası Alex Ferguson’un konuşması sırasında, Arsenal Teknik Direktörü Arsène Wenger’in ortadan kaybolması da spor ahlakına pek yakışmadı.
Tam önümde oturan, İtalyan sosyetesinden olduğu belli bir kadının, tören boyunca attığı mesajlardan, küçük bir izlenim kitabı çıkacağına da emin olduğum gecenin, şık bir after party ile bitmesi de misafirlere verilmiş bir ödül gibi oldu.
Yılın sevgililer günü hediyesini seçtim
Gelen mail’lerin büyük çoğunluğu Sevgililer Günü’yle ilgili olunca bir şeyler yazmak şart oldu. Hediye önerisi... Çikolata alın, müzik seti alın, televizyon alın, çiçek alın. Dediklerini kabul ederseniz, 14 Şubat’ın ağır hasarlı geçeceğiniz garantisini veririm. Bana en mantıklı hediye önerisi, bir yoga merkezinden geldi. “Sevgilinizle birlikte gelin, yüzde 50 indirim yapalım” diyorlar. Bana değil herkese açık bir teklif bu.
Gidersiniz merkeze, hem de 15 gün boyunca. Çakralar esner, yoga tabiriyle enerjetik kordonlarla birbirinize bağlanırsınız. Zaten kafayı bulacağınız için, harcayacağınız parayı da unutursunuz. Fatura geldiğinde iş işten geçmiş olacağı için, Sevgililer Günü’nü, ağzınız açık, gözleriniz kayık bir görünümde, huzur içinde atlatırsınız. Deneyin, teşekkür edeceksiniz.
Paylaş