Ormanlar Kralı Guinness Rekorlar Kitabı’na girebilecek mi
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Ankara’nın emlak kralı Salim Taşçı’yı tanıyanlar iyi bilir; özüyle sözüyle dürüst, adam gibi bir adamdır. Geçenlerde kahkahası bol sohbetimizde ortak arkadaşlarımızdan biri, "Dikili bir ağacım bile yok" deyince, Salim Bey lafı ağzına tıkarcasına konuya giriş yaptı.
"Sen öyle zannet. Ağacın yok ama tıpkı Erdal gibi koskoca bir ormanın var" deyiverdi. Hani birkaç fidan dikmişliğim, ağaçlandırma kampanyalarına ufak da olsa finansörlüğüm vardı ama ormana dönüşecek kadar bir hamlem yoktu. Dahası bırakın ormanı, küçük bir koruluk alanı bile ağaçla süsleyecek maddi durumum olmadı.
Önce şaka yapıyor zannedip, "ne ormanı?" filan derken işin aslını öğrenmekte gecikmedim. Yaklaşık 10 yıldır, sedir ağaçlarıyla dolu gerçek bir ormana sahiptim. Ankara’nın Mamak ilçesinin Gökçeyurt köyünde halkın kullanımına açık mükemmel bir ormanım vardı. Adı da "Erdal İpekeşen Hatıra Ormanı". Aslında bu orman, "Emlakçılar Kralı" unvanının yanına "Ormanlar Kralı"nı da ekleyen Salim Taşçı’nın katkılarıyla oluşmuş. Şimdiye kadar yarattığı 63 ormandan biriymiş. İyi bilirim ki Taşcı’nın hedefi her yaşı için bir orman oluşturmak. 64 yaşındaki emlakçı şimdilik 63 sayısında kaldığı için de hayıflanıyor ve "Bu ülkeye bir orman daha borcum var" diyerek parasını denkleştirmeye çalışıyor. Unutmadan ilave edeyim, bu 63 ormanın 26 tanesi Ankara’da bulunuyor.
Bugün itibarıyla bu ormanlar için harcadığı para 2 Milyon doları buluyor. Üstelik yarattığı bazı ormanlık alanlar Guinness Rekorlar Kitabı’na girecek kadar özellikli. Salim Bey’in hayat hikáyesi ise film senaryolarına konu olacak kadar ilginç.
SON 10 KURUŞUNU DA DİLENCİYE VERDİ
Doğup, büyüdüğü Yozgat’tan Ankara’ya geldiğinde cebinde 40 kuruş parası varmış ki, 30 kuruşunu Ankara’ya gelirken bindiği üstü açık kamyonun şoförüne vermiş. Kalan 10 kuruşu da karşısına çıkan dilenciye verince beş parasız kalmış. Aç ve açıkta geçen günlerinde akrabaları destek olurken, hemen kolları sıvamış ve yılmadan ekmek parasını çıkarmaya başlamış. Gönlünde yatan gazetecilik mesleğine adım atarken de, Adalet, Tasvir, Milliyet, Tercüman gazetelerinde çalışmış. 1980 yılında Kemalist bir yayın olan Sancak Gazetesi’ni çıkarmaya başlamış ki, bizim de tanışmamız o yıllara dayanır.
Emlak işini ise 1969 ’da öğrenmiş. İyi hatırlarım, 1986 yılında Hürriyet Gazetesi’nin küçük ilanları ile banka satınca ismi duyulmaya başlamıştı. 1991 de toplu konut İdaresi’nin satışını, 1997’de de Et Balık Kurumu satışını iptal ettirince de ününe ün katmıştı. Kısacası, mesleğindeki hamleleri sayesinde herkesin iyi bildiği bir kişi olup çıkmıştı.
Şimdi ise, "Ormanları kestik, biçtik, yağmaladık, yaktık" diyerek, hiç değilse payına düşeni yapmanın peşinde. Hedefi ise her yaşadığı yıl için bir orman yapmak. Bunu da gerçekleştirirken, katıldığı diğer sosyal aktiviteler gibi harcamalarını vergiden düşmüyor. İzlediği yol ise gayet basit. Dikim yapacağı ormanlık alanları Orman Bakanlığı ve belediyeler tahsis ediyor, O da fideleri alıp, ormana ismini verdiği tabelaları dikiyor. Bu arada benim gibi ismini tabelaya yazdırdığı her kişinin dikili en az bin ağacı var.
BİR FENERBAHÇELİ OLARAK GALATASARAY ORMANI YAPTI
Taşçı’nın ilk yaptırdığı orman "Atatürk ve Gazeteciler Hatıra Ormanı". Yozgat Sorgun’daki "Gazeteciler Hatıra Ormanı" Guinness Rekorlar Kitabı’na girmeye de aday. Bu orman meyilli bir tepe üzerine kurulu ve 85 bin metrekarelik kısmında dev bir Türkiye haritası var. Bildiğim kadarıyla dünyanın en büyük yer haritası. 4 bin 700 sedir ağacı ile Türkiye sınırı çizilmiş. 41 bin sarıçam ağacı ile de Türkiye haritasının içi motiftenmiş. Kırmızı yapraklı erik ağaçları bayrağın zeminini, beyaz iğde ağaçları da göbekteki ay-yıldızı şekillendirmiş.
Salim Taşçı Hatıra Ormanları’nın çoğunda da benim gibi gazeteci dostlarının isimleri var. Kendisi koyu bir Fenerbahçe taraftarı ama Galatasaray ve Beşiktaş gibi takımları da unutmamış. Hatta Galatasaray’ın Avrupa’da fırtına gibi estiği günlerde Galatasaray Hatıra Ormanı’nı yapmış ki, Fenerbahçe Hatıra Ormanı ondan birkaç yıl sonra oluşmuş.
"Ömrüm yettiğince her yaşım için orman yapmaya devam edeceğim" diyerek sohbetin konusunu değiştirirken de, toplumda doğa sevgisini geliştirmenin yollarını sıralamaya başlıyor. Sıraladığı maddeler arasında çok ilginç fikirler var. Bunlardan biri işadamlarını, büyük şirketleri ve holdingleri potaya sokmak. Ardından da dramatik içerikli konuşmaları başlıyor.
"Şu güzelim ülkemizi daha da yeşillendirelim... Ormanları yıkıyoruz, yakıyoruz, kesiyoruz, vicdanların birazcık devreye girmesi lazım. Fatih Sultan Mehmet, fermanında, bir ağaç kesenin kolunu keserim der. Oysa politikacılar oy uğruna nice ormanları kestiriyorlar, üstüne de orman affı çıkarıyorlar. Orman affı çıkarmak Türkiye’ye ihanettir."
DEMİRYOLLARI GENEL MÜDÜRÜ ARADI VE...
Geçen haftaki "Ankara’da yüzme havuzu vardı da biz mi girmedik" başlıklı yazım çok ilgi görmüş olacak ki, telefonla arayan arayana. Mail ve posta yoluyla ulaşanların sayısı da hiç az değilÖ İşlerinden en ilginç olanı ise Devlet Demiryolları Genel Müdürü Süleyman Karaman’nın sözleriydi.
Geçen haftaki yazıyı okuyanlar hatırlayacaktır, babamın, Devlet Demiryollarında görevli bir bürokrat olduğunu belirtip, doğduğumdan itibaren hep garların yakınındaki demiryolu lojmanlarında yaşadığımı aktarmıştım. Bu süreci anlatırken de yüzme havuzu yerine buharlı lokomotif döneminde depodaki dev su sarnıçlarını havuz belleyip, yüzme imkanı bulduğumuzu yazmıştım.
İşte Genel Müdür Karaman bu yazıdan çok etkilendiğini ve eski bir demiryolcunun oğlunu tanımak istediğini söyledi. Ayrıca da personel ile ailelerine hizmet veren demiryolu lokalinin havuzundan faydalanabileceğimi iletti. Meğer babam emekli olup da, bizler lojmandan çıktından birkaç yıl sonra havuz yapılmış. Dudaklarımdan "şimdiki nesil çok şanslı" diye birkaç cümle döküldü.
Peki, bu görüşmeyi niye mi aktardım. Elbette ki TCDD’nin havuzundan faydalanmak için değil. Sadece yıllar su gibi akıp geçse de Demiryolcuların o birbirine duyduğu sevgi ve saygının kaybolmadığını gördüm. Anlaşılan demiryollarında hizmet bayrağını her taşıyan kendinden bir öncekini unutmuyor. Keşke her kurum değerlerine bu kadar sahip çıkabilse.
Beni etkileyen başka görüşmelerim de oldu. Bazı spor merkezlerinin sahip ve yöneticileri, geçen haftaki yazımda kendilerini unuttuğumu söylediler. Konuya Bilkent Sports International’dan girip, MAC ile Base Life kulüplerinden çıkınca, haklı olarak "Biz bu sportif faaliyetin neresindeyiz" eleştirisini getirdiler. Yazımda amacım, Ankara’daki spor tesislerinin ve ardında yatan zihniyetin yıl yıl değişimini anlatmak ve örneklerle sunmaktı. Ancak önemli iki durağı kaleme almayınca, haklı sitemlerine tanık oldum. İyice bir araştırıp, son durumlarını gözlemledikten sonra onları da size aktaracağım. Zira, üstlendikleri misyon açısından hakikaten önemli kuruluşlar.
YA MAGANDA DAYAĞI YİYECEKSİN YA DA TRAFİK CEZASI
Birkaç hafta önce Ankara’daki radarla hız kontrolü uygulamasının yanlış yönlerini yazmıştım. Konuya da şehrin neredeyse tüm ana cadde ve bulvarlarını süsleyen radar kontrolü yapıldığına dair uyarı levhalarından ve içeriklerinin gerçekçiliğinden girmiştim. Kanunda da belirtildiği gibi şehir içindeki azami hız 50 kilometre. Ancak, dört şerit gidiş, dört şerit geliş Konya Yolu, Eskişehir yolu, Havalimanı yolu gibi güzergáhlarda 50 kilometre hız biraz komik kaçıyor.
Halen, sürücü olarak yol boş da olsa bu güzergáhları 50 kilometre süratle kat ediyorum. Zaman zaman mecburiyetten 60, hatta 70 kilometre sürate ulaşıyorum. İddiamı tekrarlıyorum, park halindekiler hariç daha bir aracı sollayamadım. Yine otomobiller bir kenara otobüsler, minibüsler, kamyonlar önce dikiz aynamda beliriyor, kısa süre sonra da yanımdan geçip gidiyor. Hatta bu yüzden başıma garip şeyler de gelmeye başladı.
Sögütözü’deki Dumlupınar Bulvarı’nda en sağ şeritten 50 kilometre süratle giderken, arkama eskilikten ahı gitmiş vahı kalmış bir Şahin marka araç takıldı. Daha süratli gitmem için önce farla, sonra kornayla, sonunda da el kol hareketleriyle ikaz etmeye başladı. İçinde anarşist tipli dört tane genç ve her hallerinden belli ki bana sinkaflı küfürler yağdırıyorlar. Durup, "Hız limitleri dahilinde gidiyorum" desem tekme tokat girişecekler. Hızımı 60’a çıkardım ve iyice sağa yanaştım. Baktım, sol şeridimdeki kamyonlar beni sollayınca yanımdan geçip gittiler. Giderken de sürücü hariç diğer üç yolcu, yarı beline kadar camdan sarkıp, el kol hareketleriyle bütünleşen küfürlerini sürdürdüler.
Bu gençlerin magandalığını bir kenara bırakacak olursak, suç böylesine geniş yolda azami sürati 50 kilometre olarak belirleyenlerde. Tabii bir de 70 kilometre süratle gidene bile ceza yazmak için aportta bekleyen trafik ekiplerinde. Artık gerçekçi olmanın zamanı gelmedi mi? Kimse 90 kilometre üzerinde hızla gitsin demiyorum, ama bu tip yollarda 50 ve altında gitmek daha büyük tehlike. Sonuçta bahsettiğimiz yerler yayaların bol olduğu, trafik akışının güçlükle sağlandığı cadde ve sokaklar değil. En az üç dört şeritli geniş bulvarlar. Ya kurala uyup, uymayanları uyaranlar gibi dayak yiyeceğiz, ya da trafik polislerinden ceza. Haksızmıyım?