Paylaş
Zira gözümün önüne, yaşamını öğrencilerine ve kurtarılmayı bekleyen binlerce hastaya adamış bir bilim adamı geldi. Onunla beraber bu ülkeye sayısız eserler bırakmış müthiş insanlar da! Kimler miydi? Birazdan kimliğini ve icraatlarını anlatacağım konferans konuşmacısının deyimiyle “Kadir Haslar, İzzet Baysallar, İhsan Doğramacılar, Mehmet Haberallar…”
Ankara’nın en önemli üniversitelerini bir çırpıda sayın desem, aklınıza hangileri gelir? Sizi yormayayım, ODTÜ, Ankara, Gazi, Hacettepe, Bilkent, Başkent üniversiteleri... Tarihçelerine baktığınız zaman, Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Başkentte, öncelikle Ankara Üniversitesi oluşturulduğunu görürsünüz. İlk fakültesi de bugünkü Opera Meydanı’nda Vakıf Eserleri Müzesi olarak değerlendirilen Hukuk Mektebiydi. Kapılarını 1925 yılında öğrencilere açarken, bütün fakültelerin tek bir çatı altında toplanması, yani Ankara Üniversitesi’nin kurulması 1946 yılını buldu.
1926’da kurulan Gazi Terbiye Enstitüsü ise nitelikli öğretmen yetiştirmek üzere faaliyete geçti ki, 1980 yılında kurulan Gazi Üniversitesi’nin temel taşını oluşturdu. Orta Doğu Teknik Üniversitesi ise İngilizce dilinde mühendislik öğretimi yapmak amacıyla 15 Kasım 1956’da kuruldu. 1967 yılında Sıhhiye civarındaki Hacettepe Semti’nde oluşturulan Hacettepe Üniversitesi’nin çekirdeğini ise Tıp Fakültesi oluşturdu. Malumunuz Hacettepe’nin kurucusu daha sonra 1986’da faaliyete geçen Bilkent Üniversitesi’ni de ülkemize kazandıran merhum Prof. Dr. İhsan Doğramacı’dan başkası değildi. Hacettepe’de eğitimini tamamlayan Mehmet Haberal ise Doğramacı’nın izinden gidip, 1993 yılında Başkent Üniversitesi’ni kurdu.
Gelelim konferanstaki konuşmacıya... Hacettepe Üniversitesi Genel Cerrahi Ana Bilim Dalı’nın öğretim görevlilerinden Prof. Dr. Zafer Öner o gün Başkent üniversitesinde konuk konuşmacı olarak kendisini bu günkü konumuna getiren Prof. Dr. Mehmet Haberal’ı anlatıyordu.
ELLERİNDE SANKİ SİHİR VAR
Bu günkü konumu dedimse de, kendisi binlerce insanı sağlığına kavuşturmuş ve kavuşturmaya da devam eden önemli bir cerrah. “Şifa dağıtan ellerinde sanki sihir var” diyen insanların sayısı ise sayılmayacak kadar çok. Neredeyse tüm yaşamını öğrencilerine ve hastalarına vakfetmiş, belki de bu yüzden de evliliği bile aklına getirmemiş bir kişi.
O gün salonu dolduran kalabalığa Haberal’ı anlatmaya başlarken, “İşte ben bugün sizlere o kıyıda köşede kalmış ancak onurundan kaybetmemiş, cumhuriyetin o ilk günlerindeki ruhu hala bedeninde taşıyanlardan olan bir kişiyi, bir cesur yüreği, tanıdığım kadarıyla ve dilimin döndüğünce anlatmaya çalışacağım” diyerek söze girdi. Tıp adamı Haberal’ı en yakınındaki bir öğrencisi ve meslektaşından işitmeye başlayanlar pür dikkat kesilip, siyasetten arınmış konuşmaları dinlemeye başladı.
“Onun doğum günü 29 Ekim 1944. O hayata, kolejlerde el bebek gül bebek başlamadı. Odun ateşinde ders çalışarak, çamurlu topraklarda, bez yumağından yapılmış topların peşinden koşarak geçti çocukluğu. Her şeye sıfırdan başlayarak geldi. Tırnaklarıyla kazıyarak geldi, nereye geldiyse. Uzmanken, doçentken, profesörken bile asistan gibi koşturarak geldi. Sağlıkta hem işçi hem de patrondu o, her zaman.”
YAŞATTIĞI İLKLER SAYMAKLA BİTMEZ
Bu arada Başkent Üniversitesi kurucusu ve Rektörü Mehmet Haberal’ı çok eski tanıyan biri olarak kendi düşünce ve yaşanmışlıklarımı da sizlere aktarayım. Mehmet Haberal ile tanışmamız 1970’li yılların sonuna uzanır. Onu, Hacettepe Üniversitesi’nde idealist bir tıp adamı olarak tanıdım. ABD Colorado Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde öğrendiklerini ülkemize aktarmaya başlamış, organ nakli konusunda dev adımlar atmıştı. Zaten bu konudaki yoğun birikimini, 1975 yılında Hacettepe Hastanesi’nde Organ Nakli Ünitesi’ni kurarak pekiştirmişti. Aynı yıl içinde de ülkemizdeki ilk canlı donörden böbrek naklini gerçekleştirmişti.
Daha sonraki süreçte de ilklere imza atmasını sürdürdü. 1978 yılında yurt dışından gelen kadavradan böbrek naklini, 1979 yılında yerli kaynaklı ilk kadavradan böbrek naklini gerçekleştirdi. Yine 1979 yılında siyasilerden bürokratlara, diyanet mensuplarından toplumun kanaat önderlerine kadar geniş bir yelpazede çalışmaları ülkemizdeki organ nakli yasasının çıkmasını sağladı. Türkiye Organ Nakli ve Yanık Tedavi Vakfı’nı kurduğunda ise tarihler 4 Eylül 1980’i gösteriyordu. Bu vakıf şimdi binlerce öğrenci eğiten ve yine binlerce hastaya şifa dağıtan Başkent Üniversitesi’nin temel taşını oluşturdu.
ÜÇ BEŞ SANDALYEYLE YOLA ÇIKTI
Haberal, yılmadı, çalıştı ve insanlara organ naklinin yaşam kurtardığını göstermeye başladı. Hep gözümün önüne gelir; vakıf merkezi üç beş sandalye, bir çalışma masasından daha fazla mal varlığına sahip değildi. Derken diyaliz makineleri gelmeye, yatakların sayısı bir bir çoğalmaya başladı. Dahası Haberal’ın gönüllüler ordusuna her gün yeni neferler katılırken, hastalar için umut ışığı gitgide güçlendi. Üstelik onun açtığı yoldan yüzlerce doktor, onlarca hastane gitmeye başladı.
Ayrıca geliştirdiği teknikle, böbreklerin canlı kalmasını sağlayan özel karışımının işlev süresini 36 saatten 111 saate kadar uzattı. Zaten bu buluşu ona uluslararası birçok ödülü de beraberinde getirdi.
1988 yılında ise Türkiye’de ve bölgemizde kadavradan ilk başarılı karaciğer naklini gerçekleştirdi. 1993 yılında Başkent Üniversitesi’ni kurarken, dünyadaki birçok tıp kuruluşunun onur konuğu oldu. Uluslararası Cerrahlar Birliği üyeliği ise ülkemize büyük prestij sağladı. Dünya Yanık Derneği Başkanlığı da onun uluslararası arenadaki duayenliğini pekiştiren görevi oldu.
OLAYLAR VE KISSADAN HİSSELER
Biz tekrar Prof. Dr. Zafer Öner’in anlatımına geri dönelim. Haberal’ı ilk tanıdığı günü şöyle anlatıyordu; “1968’in yaz tatilinin ilk günleriydi. Kalçadan iğne yapmayı öğrenmek amacıyla genel cerrahi bölümüne gittim. Servisteki hemşire bana,’koridorun sonundaki odada yanık pansumanı var, istersen onu da gör’ dedi. Odada rengi sarıya dönmüş bir banyo küveti ve içinde yanıklı bir hasta vardı. Hasta devamlı küfür ediyor, doktor da, “Tamam tamam, bitti bitti” diyordu. Zaten canı burnunda olan doktor beni görünce “tut şunun ucundan” dedi ve tuttum. Pansumanı bitirdi. Hastanın yanağına hafifçe dokundu, “Hadi geçmiş olsun yarın görüşürüz “diyerek hızla uzaklaştı. Hemşireye kim olduğunu sorunca “Mehmet Haberal, en çalışkan doktorumuz” cevabını verdi. Ben o gün o odada şefkat ve sabrın ne demek olduğunu gördüm.”
Daha sonraki süreçte Zafer Öner’in askerliği, ihtisası derken Hacettepe Genel Cerrahi bölümünde yolları tekrar kesişti. “ Uzunca bir süre Hüsnü Göksel hocamla birlikte çalıştım. Sonra A grubuna geçtim, grubun sorumlusu geçici olarak Haberal idi. Sonra B grubuna geçtim, sorumlu yine Haberal’dı. C ye geçtim yine Haberal... Son olarak D’ye geçtim, o grup zaten Haberal’ındı. Kaderim hep Haberal’la kesişiyordu. Sonraki süreçte köpeklerde karaciğer nakilleri yapıyorduk. Yaşatabilmek için olağan üstü çabalar gerekiyordu. Böbrek nakilleri ise son hızla gidiyordu. Bir gecede dört böbrek nakli yapılabiliyordu. Bu hıza ne nefrolojinin, ne de ameliyathanenin kapasitesi yetiyordu. Yetkililer sorunu çözmek yerine adeta transplantasyonun hızının kesilmesini istiyorlardı.”
İYİLİK MELEĞİ CİCİ ANNE
İşte benim de Haberal’ı tanıdığım bu süreçte “Cici Anne”nin” desteği, diğerlerinin de üzerine eklendi. Büyük bir miktar parayı vakfın değil Haberal’ın adına bankaya yolladı. Bu paranın kuruşu heba edilmedi ve amacı dışında kullanılmadı. Böylece Organ nakli ve yanık tedavi vakfının ilk binası alınmış oldu. Diyaliz sorunu çözülmüştü. Peki, Cici Anne kimdi? Atatürk’ün rahle-i tedrisinden geçmiş, yaşının doksanın üstünde olduğunu söyleyen, istiklal madalyalı bir iyilik meleğiydi.
Bakın Zafer Hoca, büyük tutkuyla bağlandığı Haberal’ın kişiliği konusunda daha başka neler söylüyor;
“Haberal’dan en çok duyduğum cümle ‘Akşam yastığa başınızı koyduğunuzda eğer o gün bu ülkenin insanları için bir şey yapmadıysanız gününüzü boş geçmiş sayın’ cümlesidir. Tek derdi vardı. Çalışmak ve ülkesini çağdaş medeniyet düzeyinin ötesine taşımak… Bir gün bana şaka yollu ‘Bana bak, nereye gidersem oradan çıkıyorsun. Benimle yarışamazsın bunu bil’ demişti. Bu bir şakaydı ama doğruydu. Çünkü o sadece ve ancak kendisiyle yarışabilirdi. Onun gücüne hızına yetişmek pek de kolay değildi. Çalışarak enerjisini yenilerdi. Tatile gittiğini görmedim. Ne zaman uyuduğunu hiç anlayamadım.”
HOCASINI DEFNETTİĞİ YERDE YATIYOR
Herkesin en zor ve en acılı anlarında ilk onun koştuğunu da ilginç bir anısıyla anlatıyordu. “Prof.Dr.Hüsnü Göksel hocamızın hastalığı sırasında gösterdiği ihtimamı kim babasına göstermiştir acaba. Onun yarı canlı bedeni karşısında yoğun bakım odasındaki duruşu, o andaki ifadesi, üzüntüsü anlatılamaz; İlk defa ağlarken gördüm onu. Beni fark etmedi bile. Onu mezarına babasını yerleştirir gibi kendi elleriyle yerleştirdi. Peki elleriyle nereye defnetti biliyor musunuz? Silivri’ye! Şu anda tutuklu bulunduğu Silivri’deki Hüsnü hocanın aile kabristanına...”
Tüm bunları niye mi aktardım? Bazı kesimler onun bu ülke insanına sağladığı imkanları ya bilmiyor, ya da hatırlamak istemiyor. İşte, bu insanların yanlış fiillerine tanık olunca, geçmişi bir kez daha anımsatmak istedim. Bir de milletvekili bile seçildiği ve bir suç isnat edilmediği halde Silivri Cezaevi’nde tutulan Mehmet Haberal’ın öğretmenler gününü kutlamak.
Paylaş