Defalarca karşılaşmama ve evine birkaç kez gitmeme rağmen bu soruyu sormak için tam 28 yıl neden beklemiştim bilemiyorum ama, o gün yanıtını öğrenmeyi çok istedim.
Tempo Dergisi’nin Yayın Yönetmeni Çınar Oskay’la beraber, yayının Ankara Temsilcisi olarak 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Güniz Sokak’taki meşhur konutuna gitmiştik. Tempo’nun yılbaşında yayınlanan özel sayısı için ülkemiz ve dünya üzerine çok kapsamlı bir röportaj gerçekleştirmiştik. Demirel’in verdiği yanıtlar, engin bilgisi ve esprili yaklaşımları bizi bir kez daha kendisine hayran bırakmıştı. Bunun yanıtını nasıl verecek dediğimiz cüretkár sorularımız karşısındaki manevra kabiliyeti hayranlığımızı bir kat daha arttırmıştı. Sanki karşımızda 82 yaşındaki yorgun ve yaşlı bir insan değil, tecrübeyle daha da güçlenmiş süper bir beyin duruyordu.
Kanımca birçok konuya açıklık getiren, tarihe ışık tutan ve ülkemizin geleceğini projekte eden röportajı Tempo Dergisi’nde okursunuz. Benim aktaracağım soru ve yanıtı ise bu röportajı tamamlayıp da kapıdan çıkmaya hazırlandığımız anda gelmişti. İsterseniz bu soru ve cevabına girmeden önce 1980 yılına geri dönelim ve Demirel ile yaşadığım süreci anlatayım.
O sıralar kurduğu 43. Hükümetin bazı bakanları benim takibime ve objektifime takılıyor ve yarattıkları skandallarla da Hafta Sonu Gazetesi’nin manşetlerine taşınıyordu. Gazetenin piyasaya çıktığı gün ise diğer yayın kuruluşları bu haberlerin üzerine atlıyor ve bakanlar görevlerinden istifa ediyordu.
RESMİ NİKAHLI EŞ EVDE, İMAM NİKAHLI PROTOKOLDE
Bunlardan ilki "Çift Karılı Bakan" başlığıyla kamuoyuna duyurulan bir Devlet Bakanı’nın yaşadıklarıydı. Biri resmi, diğeri imam nikáhlı iki eşe sahip bakan, protokol davetlerine imam nikáhlı eşini koluna takıp gidiyor, bunda da bir sakınca görmüyordu. Üstelik çocuklarının annesi resmi nikahlı eşini ise evden çıkarmayıp, tüm çevresine imam nikahlı kumayı karım diye tanıtıyordu. Şimdi bu zatın ismini merak ettiğinizi biliyorum, ama açıklamayacağım. Zira bakan koltuğundan düştükten ve siyasetten koptuktan sonra resmi nikahlı eşinden boşandı ve imam nikahlı eşiyle mutlu bir yuva kurdu.
İkinci olay ise personeliyle aşk yaşayan bir bakana aitti. Evli politikacının bu aşk kaçamağı pahallıya patlamış ve yakayı ele verip, gazetenin çıktığı gün koltuğundan istifa etmek zorunda kalmıştı. İşte bakanın bu skandal üzerine istifa mektubunu verdiği gün Başbakan Süleyman Demirel’in olağan basın toplantısı vardı.
O dönem bu basın toplantılarına öyle yoğun bir katılım olmaz, sayıları 20’yi geçmeyen Başbakanlık muhabirleri ile birkaç foto muhabiri ve tek kanallı televizyon çağının TRT kamerası katılırdı. Başbakan o dönemdeki hükümet icraatlarından bahsedip, gündeme ait birkaç soruya yanıt verirdi. Bu sorularda 12 Eylül öncesinin terör olaylarını, yatırımları, ekonomik tedbirleri ve dış politik gelişmeleri içerirdi.
SORUYU DUYDU ANLAMAMAZLIKTAN GELDİ
İşte bu basın toplantısına ben de katılmış ve yaptığım haber sonucu istifa eden bakana yönelik birkaç soru sormaya hazırlanmıştım. Demirel gelişmeleri ve icraatlarını bir bir anlatmış, bakanın istifasına ise hiç değinmemişti. Soru cevap bölümünde de değişik medya kuruluşlarına bağlı gazeteci ağabeylerim konuya hiç girmemiş, kimi de eften püften sorulara yönelmişti. İşte o anda Başbakan Demirel’den söz isteyip, sorumu yönelttim. "Bir bakanınız daha gönül ilişkisi yüzünden istifa etmek zorunda kaldı. Bu tür gelişmeler sizi üzüyor mu?"
Baktım Süleyman Demirel’den çıt yok. Üstelik sorumu duymamış gibi yapıp, Hürriyet’in Başbakanlık muhabiri Ali Utku’ya dönerek, "Demin sorduğunuz soruda bir şeyi unutmuşum, tamamlayayım" deyip, konuyu değiştiriyor. Sabırla o anlatımının da bitmesini bekleyip, yüzyüze geldiğimiz bir anda tekrar ayağa kalkarak sorumu yenilemek istediğimi söyledim. İşte bu esnada Başbakanlığın Basın Müşaviri ile özel kalem müdürü yanıma gelip, "Bir dakika gelir misiniz? Dışarıda önemli bir konuyu paylaşmak istiyoruz" dediler.
BASIN TOPLANTISINDAN NAZİKÇE NASIL KOVULUR?
Kısacası nazik bir dille Başbakan Demirel’in basın toplantısından kovuluyordum. Ne sorumu sorabilmiş, nede basın toplantısının yapıldığı odada kalabilmiştim. Zaten sonraki günlerde de bir daha basın toplantılarına girememiştim.
İşte o gün Süleyman Demirel’e bu kovulma olayını hatırlatıp, "Neden kapı dışarı edildiğimi" sormuştum. Şimdi onca olay varken Demirel bunu nereden hatırlasın dediğinizi duyar gibiyim. İyi hatırlıyordu, zira az önce gerçekleşen röportajda geçmişteki birçok haber ve olayı daha dün olmuş gibi anlatıyordu.
O müthiş zekásıyla önce bir güldü ve her halinden bu konuya değinmek istemediğini belli edip, o ünlü sözünü bir kez daha tekrarladı. "Dün dündür, bugün bugündür, yarın da yarın"
OĞULLARIN GÜNAHINI BABALAR ÇEKERSE!
Aslında sorumun devamı da vardı. Zira daha birçok bakan ve milletvekilinin canını yakmış ve gazetemde teşhir etmiştim. Bunlardan biri de o dönemin Ulaştırma Bakanı’nın dur durak bilmeyen oğluydu. Zaten onu da yazınca Devlet Demir Yolları’nda üst düzey bürokrat olan babam iktidarın hışmına uğramış ve görevinden alınmıştı. Yıllarını bu kuruma vermiş, üç üniversite mezunu babam da yapılanı gururuna yediremeyip, emekliliğini istemişti. Bu olay da basına malzeme olup, "Oğulların günahını babalar mı çekmeli?" başlığıyla gazete sütunlarına taşınmıştı.
Aslında ne babam benim işimin detaylarını, ne de ben onun iş yaşamını bilirdim. Zira istifa ettirdiğim devlet bakanlarından biri haberin çıktığı gün babamı telefonla arayıp, "Ağabey ben size görev teklif ettim diye mi oğlunuz beni mahvetti" demişti. Meğerse yaptığım haberden bir hafta önce babamı yakinen tanıyan bakan önemli bir kurumun genel müdürlüğünü teklif edip, cevap vermesini beklemiş. Bense babamın bakanı tanıdığından bile haberim yok. Gerçi yine aynı haberi yapar mıydım? Her halde yapardım.
İşte SayınSüleyman Demirel’e ikinci sorum da "Bana kızıp da babamın görevden alınması olayından haberiniz var mıydı?" olacaktı, ama önü tıkanan birinci sorudan sonra devamını getirmek anlamsız olacaktı.