Paylaş
Üstelik aynı gün içinde Karşıyaka Mezarlığı’nda iki define katılıp, üstüne de mevlitlerin daimi konuğu ol... Sonucun ne olacağı malumdu ki, başıma gelmek için bir günü geçirmedi. Yüksek tansiyon ve ateşle soluğu Hacettepe Hastanesi’nde aldım. Halbuki pozitif enerjiyle dolu beynimde yazacak o kadar çok şey vardı ki! Onları önümüzdeki haftalara bırakarak başa dönelim.
Son durak Bodrum dedim ya, özellikle Temmuz ve Ağustos aylarında Ankara sel olup bu beldeye akıyor. Kimi yazlıklarına, kimi otellere, kimi de tekneye kapağı atıp tatilin tadını çıkarıyor. Dikkat ettim, son yıllarda yat sahibi Ankaralı sayısı o kadar çok arttı ki, koylarda dolaşırken insan kendini Gençlik Parkı’nda sandal sefası yapıyor zannediyor. Meğer bozkır’ın bağrından kopup gelen Ankaralılar denizciliğe ne çok meraklıymış! Bir de içlerinden bazıları yüzme bilmediği için can simidiyle denize girmese iyi olacak ya, neyse...
Elbette ki hiçbirinin dünya nimetlerinden faydalanmasına karşı değilim. Hatta yat gezisiyle gelen yeni diyarlara yolculuğun ufuklarını daha da açacağını düşünüyorum. Ancak aralarından bazılarının sonradan görme tavırlarla ahkam kesmesine de fena halde ifrit oluyorum.
TARLA KAPTANLARI
Aslında Ankara, en çok amatör kaptan ehliyetinin olduğu şehir... Bu birinciliğin nedeni ise 1991 yılında denizi olmayan Ankara’da amatör kaptan yetiştirmek için ODTÜ öğretim üyesi Prof. Dr. Esen Özsan’ın düğmeye basmasıydı. Bir aylık kursun sonunda temel bilgilere sahip olan, yanında uygulamalı eğitimlerini de tamamlayan kursiyerler, amatör kaptanlık sertifikasını almaya hak kazanıyordu. İşi ilginç kılan ise çiçeği burnunda kaptanların eğitimlerini Ankara’nın bozkırında almasıydı. Kışın donan Mogan Gölü’nden dolayı açık arazide öğrenimini tamamlayan kursiyerler tarlada tekne yönetmesini öğreniyorlardı.
Bu güne kadar kaptanlık eğitimi alan en ilginç kişi ise çok sevdiğim yazar Bekir Coşkun’du. Onun tabiriyle doğduğu Urfa’dan çıkıp da engin sulara açılması bir sürü komik olayı da beraberinde getirmişti. Yıllar önce kaptan kursuna başvururken hemen bir kayık almış ve Ankara’daki evinin önüne koymuştu. Kayık denizle tanışmayı beklerken, yağmurlu bir Başkent gecesinde kapısının önüne çıkan Coşkun, yan komşusu Mehmet Yazar’ın esprili takılmasına maruz kalmıştı:
“Elalemin teknesi suyun içinde, oysa şu hale bak su senin teknenin içinde”
İsmi bende saklı bir başka bozkır kaptanın denizle ilk tanışması da bir hayli komikti. Yüzme bilmediği için teknesini sürekli suyun sığ kesimlerinde yüzdürdüğü için kıçtaki pervaneyi kaç kez kırdığının sayısını kendisi de hatırlamıyordu. Şimdilerde otomobil ile tekne arasındaki ayrımı yapabilecek düzeyde bir kaptan olsa da kolu zaman zaman teknede olmayan el frenine doğru uzanıyor.
BECERİKSİZLİĞİYLE NAM SALDI
Dönelim Ankara’mıza... Bütün bir yaz sürecini çuvala koyup, Eylül ayına doğru şehrin ihtiyaçlarına cevap vermeyi adet edinmiş Melih Gökçek’in icraatlarının çarpıklığı yavaş yavaş gözler önüne seriliyor. Ankara trafiğinin kilitlenmesine bir Genelkurmay kavşağı bile yetiyorsa, vah halimize... Metro çalışmaları yüzünden kapanmış olan yolun ne zaman açılacağı belli de değil. Şimdi kendisi çıkıp, “Metro çalışmasını biz değil, Ulaştırma Bakanlığı yapıyor. Bu nedenle bizim bir suçumuz yok” diyecektir. Söylediklerine kulak asmayın, zira kendisi 18 yıldır Büyükşehir Belediye Başkanı ve bu güne kadar yapılan metro hatlarına bir metre ray döşeyememesiyle nam saldı. Ak Parti hükümeti baktı ki olacak gibi değil, devreye Ulaştırma Bakanlığı’nı sokup oy kaybını önleme çabasına girdi.
Peki, bu süreçte Gökçek ne yaptı? Şehrin göbeğindeki yolları otobana çevirip, yaya kaldırımlarını daralttı, meydanları yok edip yollarda karşıdan karşıya geçişleri engellemek için Berlin Duvarı gibi setler çekti. İyi şeyler de yapmadı desem yalan olur, ama üç doğru bir yanlışı götürse de şehircilik anlayışında geçer not alamadı.
MİLLETİ TOPLU DEĞİL TÜPLÜ TAŞIMA YÖNELTTİ
Bakın o genişleyen yollara, banyo fayansıyla donatılmış alt üst geçitlere rağmen trafikte tıkanıp, kalıyoruz. Okulların açılacağı bu hafta herkesin dilende trafik alarmı var. Halbuki metro ve hafif raylı sistem inşaatlarına zamanında başlamış olsaydı, 18 yılı boşa geçirmeseydi, bu gün kimse ulaşımdan söz etmeyecekti. Zira eski ve yetersiz otobüslerle, üçüncü dünya ülkelerine özgü dolmuşlara mahkum olmak istemeyenler otomobil satın aldı. İş öylesine çığırından çıktı ki bir ev de en az üç otomobil olmaya başladı. Biri evin babasına, biri annesine, diğeri ise üniversiteye giden çocuk ya da çocuklara alındı.
Üstelik bu alımlar lüks değil, ihtiyaç olarak görülmeye başlandı. Haksız da değillerdi. Örneğin Oran ya da Keçiören’den Çayyolu tarafına gitmek isteyen bir öğrenci ya da ev hanımı en az iki ya da üç otobüs ve dolmuşa binecek, duraklarda çektiği eziyette yanına kar kalacaktı. Parasal karşılığı mı? İnanın tüplüye çevrilen eski model bir araca dolduracağı yakıttan çok daha pahallıya gelecekti ki halen de değişen bir şey yok. Malumunuz tüplü araçlar bu sıralar çok revaçta. Hem öyle revaçta ki millet bırakın Ankara’nın cadde ve sokaklarını, şehirler arası gidip geliyor da yol masrafından yakınmıyor.
YAZ AYLARINI ÇUVALA KOYDULAR
Bir de bütün yaz yol ve kaldırım çalışmasını unutan Belediyelerin Eylül ayına girerken hummalı çalışmaya girmesini bir türlü anlamam. Yaz aylarında Ankara boş, araçların yarısı trafikte yok. Üstelik okullarda kapalı. Sen bu sürede hiçbir şey yapmıyorsun, sonra millet Ankara’ya dönünce çalışmalar için yol ve kaldırımları şantiyeye çeviriyorsun. Hiç mi planlamanız yok? Ya da “Millet her şeyi çabuk unutuyor, önce eziyet çektireyim, sonra yüzlerini güldürürüm” anlayışı içinde misin? Bunca yıl zarfında gördük ki, ikinci şık akla daha yakın.
BİR DÜĞÜN 3 CENAZE
Gelelim bir düğün, üç cenazenin hikayesine ve ardından yaşadıklarıma… Geldiğim gün katıldığım düğün töreninde aldığım haber, yakın arkadaşlarımdan birinin babasını kaybetmesiydi. Doğal olarak arkadaşımın yanında olmam gerekirdi ki, bende öyle yaptım. Ertesi gün ise iki ayrı telefon daha aldım. Yine yakın arkadaşlarımdan biri babasını, diğeri de annesini yitirmişti. Benim içinse evlere taziye ziyaretleri süreci başlamıştı. Doğal olarak da ertesi gün Cami ve mezarlıklara ziyaret süreci. Öğlen ve ikindi namazları sonrası olmak üzere Karşıyaka Mezarlığı’na iki kere gitmek, üç camide törene katılmak, tüm bunların üzerine Güneydoğu’dan yeni şehit haberleri almak, bedenimi yormuş olacak ki, ertesi gün ateşim 40’a, yüksek tansiyonum 21’in üzerine çıkmakta gecikmedi. Tabir-i caizse Hacettepe Hastanesi’ne kapağı attığımda kendimde değildim.
KURTARICI MELEĞİM İŞ BAŞINDA
Uyandığımda ise her zaman kurtarıcı meleğim olmayı beceren yakın dostum Prof. Dr. Zafer Öner’i başucumda buldum. Benzetme doğruysa kaportayı toplamış, motorun sağlıklı çalışması için yapılan müdahalelere göğüs germeye başlamıştım. Serde gazetecilik var ya, sağı solu incelemeye, televizyon haberlerini izlemeye başladım. O da ne? Ekranı açar açmaz “Afyonkarahisar’da cephanelik patladı, şehitlerimiz var” haberi ilk sırada.
Patlama bir gece evvel olmuştu ama gündüz canlı yayına yansıyan görüntülerde gökyüzü kırmızıyla pembe karışımı bir renkteydi. Anlaşılan o ki patlamanın etkisi devam ediyor derken, hastane odasındaki küçük televizyonun renk tüplerinin ruhunu teslim ettiğini anlamakta gecikmedim. Zaten ekranı açmak için de görevliler yan odadan getirdikleri üç ayrı kumandayı deneyerek talebimi karşılamıştı.
DÜNYADA İLK ÜÇE SOKTULAR AMA!
Bu televizyon hikayesini ise boşuna anlatmadım. Ben yıllardan beri kendim, ailem ve yakın dostlarım için hastane olarak Hacettepe’yi tercih ederim. Zira oradaki doktor ve hizmetlilerin bilgisine, deneyimine çok güvenirim. Rahmetli İhsan Doğramacı’nın kurduğu Hacettepe’nin dünyada tanındığını ve doktorlarının başarılı bir ekolü temsil ettiğini herkes bilir. Bir gazeteci olarak son altı dönemin tüm rektörlerini tanır ve yakından takip ederdim. Özellikle son dönemden önceki iki rektörün Hacettepe’ye, daha doğrusu ülkemize kazandırdıklarına sıkça değinmişliğim var. Prof. Dr. Tunçalp Özgen ile ondan sonra göreve gelen Prof. Dr. Uğur Erdener, hastaneyi baştan sona yenilerken hep takip ettim. Dünyanın ilk üçü arasına giren ameliyathaneleri, en fazla iki kişiliğe çevrilen hasta odalarını, son teknolojiden nasibini alan aletleri hayranlıkla izledim.
Bundan altı ay önceydi, benim gibi Hacettepe’nin akademik üyelerinin büyük çoğunluğu da aynı hayranlıkla izlemiş olacak ki, bir dönem daha rektör olsun diye Uğur Erdener’e oy atmıştı. Sonuçta akademisyenlerin aksine YÖK ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, o sıralar Sağlık Bakanlığı’nda bürokrat olarak çalışan ikinci sıradaki Prof. Dr. Murat Tuncer’i rektörlüğe layık görmüştü.
GELİNEN NOKTAYI TUVALETLER VE TELEVİZYON GÖSTERİYOR
Tüm üniversite hastaneleri gibi hükümet tarafından borç batağına sürüklenen Hacettepe kendi görüşlerindeki biri tarafından yönetilirse zorluğu aşabilir düşüncesiyle gelişmeleri uzaktan takibe koyulduk. Yeni rektör ise bir yandan o güne kadar Hacettepe’yi dünya sıralamasına sokan ekolün temsilcilerini dışlarken, diğer taraftan da çoğunluğu Sağlık Bakanlığı’nda konuşlanmış kişileri makamların başına getirdi. Tasarruf tedbirlerine ise önce personelin kazancından, daha sonrada genel giderlerden başladı.
Geldiğimiz noktayı ise en iyi yatağındaki hastaya dış dünyanın kapılarını açan bozuk televizyon anlatıyor. Teknolojik yatırımların tümü durmuş, ameliyat malzemeleri bile alınmaz olmuş. Hastaya sunulan yemeklerin tadının kaçması bir kenara, personelin de tadı kaçmış. Hasta odalarındaki tuvaletlerde ise klozete serilen havlu örtüler bir kenara artık ne sabun var, ne tuvalet kağıdı, ne de havlu kağıt. Bunu niye aktarıyorum, bir hastane için en önemli şey, hijyen değil mi? Kısacası yatağa mahkum olanlar çeşmeden suyun aktığına bile dua eder olmuşlar. Halbuki bu hijyen ürünlerinin maliyeti ne? En fazla hastadan döner sermaye için aldığın paraya bir bilemedin iki Lira ilave edersin olur biter. Personel, aşağıdaki marketten kendiniz alın diyor ki, bu da saçma. Yataktan kalkabileni var, kalkamayanı var, refakatçisi olanı var olmayanı var.
Daha çok şeyler var da şimdilik bu kadarını aktarayım.
Paylaş