DEVLETİN bir organı ya da bir kuruluşu bir tasarrufta bulunuyor. Genel kural olarak, devletin yaptığı işlemlere hukuk yoluyla itiraz etmek mümkün. İtiraz yapılıyor. Hukuk itiraz konusunda "yürütmeyi durdurma" kararı veriyor. Çok geç olduğu savıyla yürütme durdurulup yapılan tasarruf geriye döndürülemiyor. O halde, yürütmeyi durdurmanın ne anlamı kalıyor?
Olayın içeriği önemli değil. Geriye dönüş olanaksızsa, hukukun "yürütmeyi durdurun" demesinin pratik hiçbir anlamı kalmıyor. Hukuk, neden sonucu olmayacak bir karar vermek durumunda bırakılıyor?
SONUÇSUZ KARARLAR
Üniversite’de okurken hocamız Vakur Versan bir hikaye anlatmıştı. Üniversite’nin birinci ya da ikinci sınıfında okuyan bir öğrenci not ortalamasını tutturamadığından, üniversitenin kuralları gereği okuldan atılması gerekiyormuş. Kurallar uygulanmış ve öğrencinin okul ile ilişkisi kesilmiş.
Öğrenci hukuki itiraz etme hakkını kullanarak Danıştay’a müracaat etmiş. Danıştay "yürütmeyi durdurma" kararı verip kararı okula tebliğ etmiş. Durum karşısında şaşıran üniversite yönetimi konuyu Vakur Versan’a danışmışlar. Hocadan "hukuk geçerliyse, çocuğu okula geri almak durumundasınız" cevabı alan okul yönetimi öğrenciyi geri çağırmış. Yani, yürütme durdurulmuş.
Öğrenci işin şakaya gelir tarafı olmadığını anlayıp başlamış çalışmaya. Not ortalamasını düzeltmiş. Hatta, başarılı öğrencilerden biri olmuş. Sonunda, üniversiteden mezun olup diplomasını alıp gitmiş. Mezuniyetten birkaç ay sonra Danıştay kesin kararını vermiş: "Öğrencinin itirazı kabul edilmemiştir. Okuldan atılması kurallara uygundur." Çocuk alıp diplomayı gitmiş bile. Kararın uygulanması olanaksız. Yürütmeyi durduran otorite hukuku uygulatabilme şansını yitirmiş.
Danıştay gibi bir üst mahkeme hem kendini küçültüyor hem de toplum tarafından çocuk oyuncağına çevriliyor. Son kararı verme konumuna oturtuluyor. Ardından, aldığı kararların uygulanmasının mümkün olmadığı ortaya çıkıyor. Danıştay uygulanamayacak kararları alma konumuna getirilip anlamsızlaştırılıyor. Danıştay anlamsızlaşırken, hukuk alay konusu oluyor. Böyle bir yapıda, "hukuk devleti" ya da "hukukun üstünlüğü" gibi kavramları ağzımıza dolayıp gülünç duruma düşüyoruz. Bu konuda hukuku yapan da sorumlu hukuku uygulayan da sorumlu oluyor.
HUKUKSUZLUĞUN TEŞVİKİ
Hukuku yapan bizleriz. O halde, hukuku, alay konusu olmayacak, küçük düşürmeyecek bir biçimde yeniden yapılandırıp sonucu olmayan bir olgu olmaktan çıkarmak durumundayız. Aksi taktirde, bir taraftan hukuku anlamsızlaştırırken, diğer taraftan devletin tasarruflarının hukuka uygunluğunu yargılamak durumunda olan biri kurumu gülünç hale sokarak devletin tasarruflarının hukuk dışına kaymasını da teşvik etmiş oluyoruz.
Tüpraş’ın özelleştirmesinde yaşanmakta olan durum traji-komik bir olaydır. Yaşanan gülünçlüklerin iktisadi boyutu da önemlidir. Tüpraş’ı alanın ekonomik kayıpları söz konusu olabilecektir. Ama, en önemlisi, buna benzer olayların geçmişte de yaşanmasına rağmen, hukuku işlevsel kılacak adımların hala atılmamış olmasıdır. Ya Danıştay gibi bir kurumu kaldıralım ya da Danıştay kararlarının uygulanabileceği bir ortam oluşturalım. Galiba, ikincisi daha mantıklı olacaktır.
İşimize geldiği zaman hukuku yok sayıp işimize geldiği zaman aynı hukukun arkasına sığınarak hukukun üstünlüğüne dayanan bir toplum yapısını oluşturabilmemiz mümkün değildir.