Enflasyona bahane bulmaya çalışmayalım

EKONOMİDEKİ önceliklerimizi kesin çizgilerle belirlemiş değiliz. Bu nedenle de, yalpalıyoruz. Son dönemde yalpalama miktarı artmaya başladı.

Önceliğimiz fiyat istikrarı mı? Yoksa, ekonomik büyüme mi? İstihdam artışı tüm hedeflerin üzerinde mi? Dış dengenin sürdürülebilirliği önemli mi? İhracat artışı taviz veremeyeceğimiz bir hedef midir? Kamu sektörü, zararına da olsa, sosyal adalet adına, ucuza mal satmalı mıdır? Ekonomi politikalarının amacı kısa dönemde halkı memnun mu etmektir, yoksa, orta dönemde halkın memnun olacağı ortamı mı yaratmaktır? Bu sorulara verilecek yanıtlar çelişkilidir. Çünkü, siyasetçiler bu soruların hepsine ‘evet’ yanıtı vermektedirler. Sorun da buradan kaynaklanmaktadır.

Ekonomik büyüme artsın istiyoruz, ama cari işlemler açığının da korkutucu boyutlara gelmesini istemiyoruz.

Enflasyon düşsün istiyoruz, ama aynı zamanda, iç talep de artsın, üretim de artsın, istihdam da artsın ve faizler de düşük kalsın, hatta daha da düşsün istiyoruz. Sorunlarımıza ekonominin genel dengesi içinde bütünsel çözümler üreteceğimize, birkaç alana sıkışmış göstermelik önlemlerle çözüm arayışları içine giriyoruz. Olumsuzluklar düzelsin, ama olumlu gelişmelerin devamını arzuluyoruz.

Enflasyona bahane bulmak kolaydır. Her ay ortalamanın üzerinde bazı fiyat artışları olacaktır. Bir ay hazır giyim fiyatları ortalamanın üzerinde artacaktır. Bir başka ay kitap fiyatları çok artacaktır. Kış aylarında da, tarım ürünlerinin fiyatları diğer mevsimlere göre daha fazla artacaktır. Bu yıl, ek olarak, petrol fiyatları da artmaktadır. Ama, bunların hiçbirini enflasyon için en önemli etkenler sayarak bahane olarak kullanamayız.

Düzelen kamu sektörü dengesine rağmen, iç talep artışı ve sürdürülebilir olmaktan çok uzak olan ekonomik büyüme enflasyonun en büyük nedenidir. Bugüne kadar iç talep artışının dış denge üzerindeki olumsuzluklarını konuştuk. Aynı gelişmelerin enflasyon üzerindeki olumsuzluklarını, mevsimsel nedenlerle aylık bazda enflasyon düşük çıktığından, görmezden geldik. Şimdi, bu gerçeği daha yakından gözlüyoruz.

İç talep genişlemesi yalnızca imalat sanayi fiyatlarını değil, tarım fiyatlarını da olumsuz etkiledi. Mevsimsel nedenlerle tarım fiyatlarının artışı her zaman bahane olarak gösterilir. Ama, bu yılki tarım fiyatlarındaki mevsimsel hareketler çok daha farklı gerçekleşmektedir.Geçen yıl yaz aylarında tarım fiyatları yüzde 15 düşmüştü. Bu yıl aynı dönemde tarım fiyatları yüzde 22 düştü. Buna karşılık, geçen yıl eylül-ekim döneminde tarım fiyatları yüzde 2.3 artarken bu yıl aynı dönemde yüzde 12 arttı. Geçen yıl ortalama toptan eşya enflasyonu yüzde 25’lerdeyken bu yıl yüzde 20’nin altında olacak. Daha düşük ortalama enflasyon düzeyinde tarım fiyatlarındaki daha yüksek oynaklık da iç talep genişlemesinin tarım enflasyonu üzerindeki olumsuz etkisine işaret etmektedir.

Tüketici fiyatlarındaki artışın toptan eşya enflasyonunun altında kalmış olması bu aşamada çok fazla önemli değildir. Önümüzdeki aylarda, tüketici fiyatlarındaki artış toptan eşya fiyatlarındaki artışı yakalayacaktır. Bu yıl tüketici enflasyonu yüzde 10 civarında gerçekleşebilir. Ama, gelecek yıl başından itibaren, iç talep büyümesinde radikal bir değişiklik olmadığı taktirde, tüketici fiyatlarındaki gelişmeler de şaşırtıcı olabilecektir.

Hedeflenen enflasyona bakarak reel faizlerin yüksekliğinden şikayet edip nominal faizlerin düşmesi için Merkez Bankası üzerine çok baskı yapıldı. Yalnızca hükümet değil, piyasalar da baskı yaptı. Sonuçta, faiz indirimleri de iç talep büyümesini körükledi. Gelinen noktada, enflasyon hedeflenenin üzerinde oluşuyor. Dolayısıyla, reel faizler de on ay önce düşünüldüğü kadar yüksek gerçekleşmedi.

Geçen yıl sonunda, toptan eşya fiyat enflasyonu on iki aylık bazda yüzde 13.9 olmuştu. Bu yıl sonunda yüzde 16 civarında olacak. Yani, bu yıl toptan eşya fiyat enflasyonu geçen yıla göre artmış olacak. Yalnızca bu gerçek dahi, gelecek yıl için hedeflenen enflasyonun ciddiyetini sorgulatmaya yetecek.

Yüzde 10-20 düzeyindeki enflasyon aralığında bir süre debeleneceğiz gibi görünmektedir. Enflasyonun yüzde 10’unun altına gelmesi iç talebin ciddiyetle idaresi, yapısal reformların kararlılıkla gerçekleştirilmesi ve özellikle kamu sektöründeki fiyatları artırma ihtiyacının azalmasıyla mümkün olacaktır. Bu eşiği kıramamanın bir başka bahanesi yoktur.

Faizleri düşürmeye çalışırken, Merkez Bankası’nı faizleri yükseltmeye zorladığımızın farkında olmamızda büyük yararlar vardır. Çünkü, bu aşamaya gelindiğinde, ekonomide başka sorunları da gündeme gelmesi kaçınılmaz olacaktır.

Otomotiv sektörünün günahı ne?

TÜRKİYE
ekonomisinin bugün en önemli makro ekonomik sorunu ekonominin kaynaklarıyla tutarlı olmayan iç talep büyümesidir. Yani, özel sektör ve kamu sektörü bir arada ekonominin kaynaklarının çok üzerinde tüketim ve yatırım yapmaktadırlar.

Yatırım iyidir, çünkü istihdam yaratırlar. O halde, yatırımlar artmaya devam etsin, ama tüketim artmasın. Türkiye’de standart düşünce budur. Ama, böyle düşünenler, artmayan tüketim ortamında insanların neden yatırım yapmak isteyebileceğini sorgulamazlar.

Türkiye’de genellikle ekonomi politikaları bir bütün içinde ‘genel denge’ anlayışı içinde değil, ayırımcı, kısmi ve göstermelik olarak oluşturulur. İç talebi kısmak için tüketici kredileri üzerinden alınan vergileri artıran bir Batı ekonomisi hiç gördünüz mü? Türkiye’de iç talep artışı ile mücadele dendiğinde, bu çeşit önlemler akıllara geliyor.

Çok otomobil satılıyor diye otomobil fiyatlarını vergileri yükselterek artırıp otomobil satışlarını kısmayı hedeflemek bir makro ekonomi politikası aracı mıdır? Türkiye’de öyledir.

Geçmişte ithalat çok artınca, ithalat üzerinden alınan fon kesintileri artırılırdı. Bunu yapamadığımızda, ithalat teminatı diye bir şey icat edip ithalat akreditifi açıldığında Merkez Bankası’na belli oranda mevduat yapılması şart koşularak ithalatın maliyeti artırılmaya çalışılırdı. Artık, böyle şeyle yapamıyoruz. Başka ekonomi politikası araçları icat etme peşindeyiz. Ama, olaya bakış açımız değişmiş değil.

Sektör bazında makro ekonomi idaresine girerek aslında ekonomiyi çarpıtıyoruz. Gelecekte daha büyük sorunların çıkmasının nedenlerini oluşturuyoruz.

İç talep artışı, ne tüketici kredileri üzerindeki vergilerin artırılmasıyla ne de otomobil satışları üzerinden alınan özel tüketim vergisinin artırılmasıyla önlenir. Bu önlemler söz konusu sektörleri ve piyasaları çarpıtmaktan başka bir işe yaramazlar.

Ekonomideki genel faiz düzeyini artırabiliyorsanız, iç talep büyümesini önleyebilirsiniz. Gelirlerden daha fazla vergi alabiliyorsanız, iç talep büyümesini önleyebilirsiniz. Devlet harcamalarını reel anlamda daha fazla kısabiliyorsanız, iç talep büyümesini önleyebilirsiniz. Ücret artışlarını hedeflenen enflasyon paralelinde tutabiliyorsanız, iç talep büyümesini bir yere kadar kontrol edebilirsiniz.

Bunların hiçbirini yapamayıp, göze batan sektörlere saldırıyorsanız, ekonominin daha da kırılgan bir noktaya gittiğini seyretmekten başka elinizden başka bir şey gelmiyor demektir.

Kırılganlık dış dengede

EN
geniş anlamıyla, ekonomideki kırılganlık alışılmış dengelerin sürdürülememesi ya da sürdürülmesinde zorluk çekilmesidir. Türkiye ekonomisinin en kırılgan noktası sürdürülmesi zor dengenin döviz açığından kaynaklanmasıdır.

Örneğin, enflasyonist ortam da kırılgan bir ortamdır. Ama, uzun yıllar bu ortamda yaşadık. Fakat, döviz açığının yarattığı kırılgan ortamda fazla yaşayamadık. Bir şekilde, kırılganlık kırılma ile sonuçlandı.

Önlem alınmazsa, yine kırılgan bir ortamda yolumuza devam ediyoruz. Yine, kırılganlık, iç talep büyümesinin neden olduğu döviz açığından kaynaklanmaktadır. Cari işlemler açığı eylül ayı itibariyle son on iki ayda 14 milyar doları aşmıştır. Büyük bir olasılıkla, 2004 yılında toplam cari işlemler açığı 15 milyar doları geçerek milli gelirimizin yüzde 5’ini geçecektir.

Avrupa Birliği beklentileri Türkiye’ye yabancı fon akışını (sabit sermaye yatırımını değil) hızlandırabilir. Yabancı fon akışının hızlanması da, bir anlamda, kırılganlığı daha da kırılgan hale getiren bir gelişmedir. Dolayısıyla, sürdürülemeyecek dış açıkların gerçekleşmesi bir başarı olarak değil, başarısızlık olasılığının artması olarak değerlendirilmelidir. Sorun kurlar (fiyat) değil, Türkiye’nin yurt dışından borçlanabilme kapasitesini sonuna kadar kullanma eğilimidir (miktar).

Gelişmeleri seyrettiğimiz sürece, Türkiye ekonomisine yabancı fon akımları girişinin hızlanması iç talep artışının hızlanması, üretimin daha da artması, ithalatın patlaması ve dış açığın artması anlamına gelecektir. Yani, kendi kendini besleyen eskiye göre daha da istikrarlı olmayan (unstable) bir dengenin oluşması söz konusudur.

Çözüm dengenin değişmesidir. Bir takım sektörlerde kısmi önlemler sonuç vermekten uzak olacaktır.
Yazarın Tüm Yazıları