SON aylarda uluslararası ekonomik gelişmeler gündemde çok öne çıktı. Amerika’da bir bölüm konut kredilerinin yoğun bir biçimde batmasıyla başlayan sıkıntı gelişmiş ülkelerin finans piyasalarında likidite krizine dönüştü.
Son altı yıldır uluslararası sermaye hareketleriyle beslenen gelişmekte olan ülkeler açısından Amerika ve Avrupa’da yaşananlar çok önemliydi. Çünkü, gelişmiş ülkelerde yaşanan çalkantıların uluslararası sermaye akımlarını daraltması riski söz konusuydu. Şimdiye kadar bu risk korkulduğu ölçüde gerçekleşmedi.
ÇEKİCİLİĞİ KORUMAK
Son aylarda ilgi odağı Amerika, Avrupa ve Japonya oldu. Türkiye’deki temel makro ekonomik verilerde rahatsızlık verebilecek gelişmeler fazla öne çıkmadı. Ama, bir Amerikan finans kurumunun 3-5 milyar dolar zarar yazması ya da Avrupa’da birkaç bankanın batma noktasına gelmesi kamuoyunda çok daha fazla ilgi gördü.
Yılda 40 milyar dolara yakın taze yabancı kaynak bulmak zorunda olan Türkiye ekonomisi açısından yurt dışında olup bitenler elbette çok önemli. Gelişmeler çok yakından takip edilmeli. Ama, bu ilginin komşu ülkede yağmur yağıp yağmurun bize de gelip gelmeyeceğini takip etmekten öteye fazla bir anlamı yok. Çünkü, yurt dışındaki çalkantıların bize sıçraması olasılığı karşısında kısa dönemde alınacak fazla bir önlem yok. Kısa dönemde, 40 milyar dolar civarındaki yabancı kaynağın gelmemesi durumunda ekonomik küçülmeden başka elimizden fazla bir şey gelmeyecek.
Üzerinde yoğunlaşmamız gereken konu orta dönemde, uluslararası sermaye seçici olmaya başladığında, bizi yatırım yelpazesinde dışarıda bırakamayacakları kadar çekici olmamamızı sağlayacak yapıyı kurmaktır. Uluslararası sermaye Avrupa’da ya da Amerika’da çalkantı var diye kurumayacaktır. Hacim belki biraz düşecektir. Ama, her şeyden önemlisi seçici olmaya başlayacaktır.
Seçici davranan uluslararası sermaye karşısında makro ekonomik dengelerini sağlam ve sürdürülebilir yapabilmiş ekonomiler öne çıkacaktır. Uygulanan politikalar konusunda kararlılık göstermek ve yatırımcıya güven vermek önemli olacaktır.
HALA RİSK BÜYÜK
Türkiye bu alanda açıklaması zor bir rehavet ve atalet içine girdi. Geçen yıla kadar titizlikle yürütülen IMF ile ilişkilerin sulandığı izlenimi giderek güçlendi. Seçimler nedeniyle ertelenen sosyal güvenlik reformunun yeniden ertelenmesi söz konusu oldu. İş gücü piyasasına esneklik getirecek düzenlemeler unutuldu. Kamu sektöründe personel reformu ve genelde verimlilik artırıcı reformların lafı ediliyor, ama kendilerinden haber gelmiyor. Gelecek yılın ilk yarısında bitecek olan IMF ile ilişkilerin hangi yönde gelişeceği konusundaki belirsizliği giderecek adımlar atma ihtiyacı duyulmuyor. Avrupa Birliği çapasının taradığı bir dönemde IMF çapasının önemi galiba yeterince değerlendirilemiyor.
Kısacası, komşuda yağan yağmurun bize de gelmesi durumunda oluşabilecek sel felaketi karşısında barikat kurma ve evin önemli bölümlerindeki delikleri kapama çabası gözlenmiyor. Sel bastıktan sonra barikat yapmanın bir anlamı olmuyor. Zaten, o durumda barikat da yapılamıyor. Seli önleme çabaları ancak yerler kuruyken sonuç verebiliyor.
İçinde düştüğü rehavet ile Türkiye çok önemli riskler alıyor. Unutmayalım ki, Türkiye ekonomisi, yüzde 10’a yaklaşan enflasyonu, milli gelirinin yüzde 8’ine yaklaşan cari işlemler açığı, bozulma eğilimine giren kamu finansman dengesi ve hem kısa vadeli hem de göreli olarak yüksek olan kamu borcuyla riskli ülkeler arasında sayılıyor.
Dolayısıyla, dışarıyı izlerken, içeriyi ihmal edecek lüksümüzün olmadığının bilincinde olmalıyız.