İlk nöbetindir devralırsın nöbeti, çıkarsın kulübeye.
Sen tek kelime bile edemeden nöbet arkadaşınla, derin bir sessizlik çöker ortalığa. Karanlıkta kollamaya başlarsın etrafını, gözün uçsuz bucaksız arazide, aklın geride bıraktıklarında. “Nereye geldim. Ne yapıyorum burada?” diye sorarsın. Korkmuyorsundur karanlıktan, sessizlikten ama; elinde, namluya sürülmeye hazır kurşunuyla tuttuğun bir kalaşnikof varsa garip bir ürperti gelir üstüne. İzmir’deysen, Aydın’daysan, Antalya’daysan, Ankara’daysan ya da Kıbrıs’ta askersen eğer atarsın tedirginliği üzerinden. Güvenli bildiğin bir yerdesindir çünkü. Fakat, nice “tertip”in o anda güvenli olmayan yerlerde olduğunu, her an ölüm sessizliğini tiz bir ıslık sesiyle yırtarak gelecek sinsi bir kurşuna karşı tetikte beklediğini bilirsin... Tetikte olsa da asker çoğu zaman nafile, çünkü adı üstünde sinsi bir kurşundur bu. Kim bilir o sinsi kurşunlar o an kaç devreni bulmaktadır, kaç ana yüreğine ateş düşürmektedir. Tarifi olmayan bir sıkıntı, bir huzursuzluk çöker üstüne. Hemen her gün şehit düşen kardeşlerinin haberini aldıkça, her nöbette huzursuzluğun artar her gün katlanarak. Tıpkı bu gece de nöbet kulübelerinde yerini alacak binlerce askerin, tıpkı çocuğuyla birlikte şafak sayan, gecelerdir uyku nedir bilmeyen asker anne babalarının huzursuzluğu gibi. İşimiz yerel habercilik, yerel gündem, kent sorunları. Ancak, dün sabah aldığımız ve hepimize “Yeter artık” dedirten acı haberle birlikte terör sadece “ulusal gündem”in konusu değildir. Terör artık her sokağın, her ilçenin de derdidir. Kumrular Sokak’taki simitçinin de kaygısıdır, Arjantin Caddesi’nde soluklanan gencin de koyu acısıdır. Yerel halkın, ulusal yasıdır artık 19 Ekim.