Paylaş
Bağışlasınlar, uzman olmadığım halde Selçuk Hoca ve sevgili Özgür Bolat'ın alanlarına biraz gireceğim, çünkü pazar günü New York Times Sunday Review'da okuduğum bir makale, ilköğretim hayatımdan bazı anıları canlandırdı ve beni bir kez daha eğitim sistemimiz üzerine düşünmeye itti.
Psikoloji profesörü Daniel T. Willingham imzalı makale, "Zihninizi nasıl okumaya yönlendirirsiniz" başlığını taşıyor, ama aslında ana fikri biraz daha farklı.
Makalede, eğitimcilerden gazetecilere birçok insanın yararlanabileceği faydalı bilgiler analiz edilmiş.
Çok kısa bir özet yaparsak Profesör Willingham, ABD'de yapılan anketlere ve bilimsel deneylerden çıkan sonuçlara dayanarak şunları söylüyor:
* Gazeteciler ve yazarlar için "kendi kitlelerine yazmak" önemlidir, çünkü onların neyi bildiğini bilirler.
* Bir cümlenin anlaşılması ve buradan yeni yorumlar türetilmesi de, okurun okuma yeteneğinden çok, bilgi dağarcığına bağlıdır.
* Örneğin futbolla ilgili bir pasajı okuyan, futbol konusunda bilgili ama okuma güçlüğü çeken kişiler, sular seller gibiyip okuyup futbol konusunda bilgisiz kişilere kıyasla üç kat daha isabetli çıkarımlar yapabilmiş.
* Bu durum, öğrencilerin okuma becerilerini geliştirmeyi esas alan ABD'deki mevcut eğitim sisteminin temelden yanlış olduğunu düşündürüyor. Bunun yerine, farklı alanlarda bilgi dağarcığını genişletmeyi esas alan bir sistem çocukların bilişsel gelişimini daha iyi sağlıyor ki bu tür başarılı sistemler daha çok Avrupa ve Asya ülkelerinde görülüyor.
* * *
ABD'de ilköğretimde okuma becerilerine olması gerektiğinden fazla ağırlık veren sistem, Türkiye'de de on yıllardır ezberciliği teşvik etmekle eleştirilir.
Aslında her iki sistem de veriyi zihinle yeterince etkileşime girmeden aktardığı için zayıf kabul ediliyor. Oysa verinin zihinde yorumlanıp bilgiye dönüşmesi için yoğun bir etkileşim gerekiyor.
Dijitalleşmenin getirdiği dinamikler, geçmişte "Rönesans İnsanı" veya "polymath" denen, Evliya Çelebi'nin "Hezarfen" (bin bilimli) diye nitelediği insan tipinin yeniden yükselmesini sağlıyor.
20. yüzyıla hükmeden ve belirli bir konuyu tüm derinliğiyle bilen tek boyutlu uzmanlar, 21. yüzyılda yerlerini, çok sayıda disiplinde temel bilgilere sahip olup bunları harmanlayarak yorumlayabilen yeni bir insan tipine bırakıyor.
Benim gibi 80'lerde çocuk olanlar bu insan tipleri arasında bir geçiş formunu temsil ediyordu aslında. Bugünün çocukları ise doğuştan ikinci tip olmak üzere yetişiyor.
Biz her evde ansiklopedilerin olduğu bir dönemde, bir ciltten bir cilte atlayarak merak ettiklerimizi öğrenebilirdik. Yorucu ve verimsizdi bu.
Bugünkü çocuklar ise bizim ancak 90'lardan beri bildiğimiz internetin içinde doğdular. Wikipedia'da (ki erişime hala engelli olması Türkiye için utanç olmayı sürdürüyor) veya onun gibi "hyperlink" yapısına sahip diğer kaynaklarda bilgi, daldan dala atlayarak bir ağa yayılıyor. Bilgiye ulaşmak bir macera, bir seyahat, bir zevk haline geliyor.
* * *
Dijitalin insanın kendisinin öğretmeni olması sağlaması büyük bir değişim ve "yaşam boyu eğitim" kavramı bu yüzden önemli.
Fakat bilhassa genel kültür gibi konularda çocukların küçük yaşta daha çok bilgiyi, daha hızlı edinmesi için ekranın donuk yüzeyinden ziyade, kendileri de 21. yüzyıl insanı olan, birden çok alanda bilgiyi işlemesini ve aktarmasını iyi bilen yaratıcı öğretmenlere, yani insanlara ihtiyaç daha da büyük. (işte size yapay zekanın kolay kolay yok edemeyeceği bir meslek daha)
"21. yüzyıl insanı öğretmen" derken, bunun mutlaka genç biri olması gerekmiyor. Şahsi bir örnek vereyim:
İlköğretim hayatımdaki tüm öğretmenlerimi hayırla yad ediyorum. Bu öğretmenler içinde bir tanesi, belki de yabancı olduğu için Türkiye'dekinden çok daha farklı bir öğretim sistemi uyguladığından, derslerde anlattıkları bugün bile aklımdadır.
Anadolu Lisesi hazırlık sınıfındayken (yani 12 yaşında) bize İngilizce öğretmek üzere gelen Avustralyalı Patrick Bagot'ın yaşı o zamanlar bile epey ileriydi; hala hayattaysa Allah ömür versin, değilse toprağı bol olsun.
Patrick'in özelliği şuydu: İngilizce öğretmek için gelmişti ve tüm ders İngilizce konuşuyordu ama aslında hiç İngilizce öğretmeye çalışıyor gibi görünmüyordu. Yani ne "tense" diyordu, ne cümle yapılarından bahsediyordu, ne de bir metin okutup "Ne anladınız" diye soruyordu.
Peki ne yapıyordu? Mesela bugün de gayet iyi hatırladığım bir dersinde olanları özetleyeyim:
1) Patrick sınıfa girer. Bir elinde kocaman iki karton, ötekisinde bir avuç fasulye vardır. Daha önce sınıfa getirmemizi istediği malzemeleri çıkartır. Fasulyeleri pamuklara sarıp şişelere koyar ve sularız. Kartonlardan birini tahtaya asar, fasulyenin iç yapısını, elimizde nasıl büyüyeceğini anlatır. Biyoloji öğrenirsiniz.
2) Gelecek birkaç hafta boyunca fasulyelerimizin ne kadar büyüdüğünü gözlemleyeceğimizi söyler. Diğer kartonu tahtaya asar, bu bir koordinat düzlemidir. Fasulyelerin o gün 0 cm boyunda olduğunu düzlemde işaretler, gelecek haftalarda o düzleme koyacağımız noktalarla büyüme eğrileri çıkacaktır, biz de kendi fasulyemizin büyümesini kendi defterimize böyle işleriz. Böylece matematik, geometri ve hatta fonksiyonları öğrenirsiniz.
3) Daha sıkılmaya fırsat bulmadan Patrick bir yarışma başlatır, "Fasulyenin anavatanı neresidir?" Herkes ülke tahminlerini söyler. Patrick bugün yediğimiz fasulye türlerinin çoğunun Orta Amerika ve Güney Amerika'da ilk olarak hangi bölgelerde ve iklim koşullarında ekildiğini açıklar. Coğrafya öğrenirsiniz.
4) Oradan Kristof Kolomb'un Amerika'ya ulaşmasına geçer. Bahamalar'daki keşifleri sırasında Kolomb'un rastladığı yerlilerin fasulye tarlalarından hareketle kıtanın nasıl sömürgeleştirildiğini anlatır. Bir anda kendinizi tarih dersinde bulursunuz.
Sonuçta bir İngilizce dersinde, hem sayısal hem de sözel alanlarda çok sayıda ders almış ve epey eğlendiğiniz için bir şey öğrendiğinizi hissetmemişsinizdir bile...
Yaklaşık 25 yıl sonra bu dersleri hatırladığıma göre, sanırım Avustralyalı Patrick'in ilköğretime disiplinler arası ve öğrenciyle etkileşim odaklı yaklaşımı, Türkiye'de bugün yürürlükte olandan çok daha etkili bir yöntem.
Yeni Medya'dan kısa kısa
* TIME, People, Fortune ve Sports Illustrated gibi dergileri barındıran TIME inc, 3 milyar dolara bir başka medya şirketi olan Meredith'e satıldı. Fakat Meredith'in bu paranın 650 milyon dolarını Koch Kardeşler'den alması basın özgürlüğü açısından kuşkular yaratıyor. Cumhuriyetçi Parti'nin en büyük finansörlerinden Koch Kardeşlerin dergilerin bağımsız yayın politikasına karışmayacağı vaadedildi. Peki yayın politikasına da karışmayacaklarsa, diğer işlerine göre pek de kârlı olmayan dergiciliğie Kochlar neden bu kadar büyük bir parayla girdi? Bunu zaman gösterecek.
* ABD Federal İletişim Komisyonu (FCC), Türkiye'yi de yakından ilgilendiren "Ağ Tarafsızlığı" yasasını iptal etmeye niyetlenmiş durumda. Gelecek ay yapılacak oylama öncesi kamuoyundan fazla tepki gelmezse bunu yapacakları kesin. Böylece ABD'deki telekom şirketleri dışında kimsenin çıkarına hizmet etmeyen, internette adeta kast sistemi yaratacak bir altyapının önü açılacak. Bu konuyu birkaç gün önce Medyascope'ta değerlendirdik, şuradan izleyebilirsiniz.
* Facebook'tan sonra YouTube'un algoritması da eleştiriliyor. Youtube'un çocukların istismar edildiği videoları önerdiği ortaya çıkınca Adidas ve Mars gibi büyük markalar bu mecrada reklam vermeyi durdurdu.
* Yıl sonuna az kaldı. Tahminlere göre 2017'de insanlığın ürettiği veri miktarı, geçmiş 5 bin yılda ürettiğinin toplamından daha fazla olacak.
* Çin'in en büyük sosyal ağına sahip Tencent'in piyasa değeri Facebook'u geride bıraktı.
Mini öneri
Spotify, 1 milyon dinlenen bir şarkı yayınlayan sanatçıya 5 bin Euro ödeme yapıyor. Çoğu şarkı bu sayılara ulaşamadığı için sevdiğiniz amatör sanatçıları sadece Spotify'dan dinleyerek desteklediğinizi düşünmeyin; konserlerine gidin, albümlerini alın.
Paylaş