Bayramda yazı yazmak

KURBAN Bayramı’nın ilk günü ve nöbetçi yazarınız görev başında! Sabah erkenden normal bir iş günü gibi kalkmışsınız. Hastanede yatmakta olan kayınpederinize gideceksiniz ama hastasınız.

Şifayı kapmışsınız. Ayakta duracak haliniz yok. Hastaneye gitseniz mikrobu ona bulaştırma olasılığı yüksek. Annenize gidip elini öpeceksiniz. Gitseniz ona da mikrop bulaştırabilirsiniz.

Gazeteye geliyorsunuz. Bir yazı yazacaksınız. (İşte bu yazı!)

Haber trafiği son derece durgun. Ayrıca gelen giden, arayan soran yok. Herkes bayram telaşında. Herkes kendi bayram programını yapmış.

Siyaset tatilde.

Telefon hemen hiç çalmıyor. Ortalıkta büyük bir sessizlik var.

Bu yazıyı dün öğleden sonra yazıyorum, odamdaki telefonlar sadece üç kez çaldı! Hiç alışık olmadığım bir sessizlik.

Cadde ve sokaklar da öyle. Ankara zaten boşalmış, insanların önemli bir bölümü dört günlük tatilden yararlanıp bir yerlere kaçmış. Trafik rahatça akıyor.

* * *

Odamda sürekli sigara içen biriyim. Fakat öyle bir şey ki, kendi sigaramın dumanından kendim rahatsız oluyorum. Dumanlı bir yerde, neresi olursa olsun duramıyorum.

Sigaradan ne yazık ki vazgeçemiyorum, dumanlı yerlerden nefret ediyorum.

Bu yüzden odamın pencereleri yaz kış sürekli açık ki, dumanaltı olmayayım. Zaten o yüzden şifayı kaptım. Biraz sıcak hava versin diye tepemdeki klimayı sürekli çalıştırıyorum.

Hemen önümde ise pencereler ve odanın kapısı açık!

Üzerimden bir yanda klimanın sıcağı, öbür yanda ise dışarının soğuğu geçiyor! Kışın bazen işlere kendimi kaptırıyorum. Birden farkına varıyorum ki ayaklarım ve bacaklarım donmuş! Hemen pencereleri kapıyorum, ilk sigaramı odanın dışında içiyorum ki içerisi biraz ısınsın.

Komik, üstelik ilkel bir durum.

* * *

Peki de, bayramın ilk günü bu halde ne yazmalı? Hastayım, içimden zaten bir şey gelmiyor. Yazılara birkaç gün ara versem... Madem ki Ankara’dayım, bunu yapmak da içime sinmiyor.

Şimdi olduğu gibi bir yazı yazarım, sonra eve gidip yatarım, uyurum, dinlenirim. Ama bunu birkaç gündür yapıyorum ve düzelmiyorum. İlaç almayı da hiç sevmiyorum ve zorunlu olmadıkça almıyorum.

Bir ilkel durum daha!

Neyse, sıkıntılı bir ortam. Allah başka dert vermesin.

* * *

Bu yazıyı yazarken telefon çalıyor. Müracaat’taki güvenlikçi arkadaşlar arıyor. Ordu’dan okuyucum Demet Erel, eşi ve kızıyla birlikte gazeteye gelmişler. Aşağı iniyorum, tanışıyoruz.

Taa oralardan kitabımı getirmişler, imzalıyorum.

Hep birlikte küçük bir çay molası. Yine hep birlikte çektirilen fotoğraflar.

Hediye olarak biraz fındık, bir şişe de şarap getirmişler.

(Pırlanta gerdanlık, ipek halı getirecek değiller ya!)

Önceki gün evde hasta yatarken İstanbul’dan okuyucum Mehmet Gözgücü gazeteye gelmiş, içine kart koymak için kullanılan küçük bir metal kutu bırakmış. Notunda ‘çam sakızı çoban armağanı’ diyor.

Okuyucum Gözde Sıdar gazeteye gelip birkaç kitabımı imzalatmış ve tanışmıştık. Gittikten yarım saat sonra kendisinden küçük káğıda yazılı bir not aldım:

‘Emin Bey, ben biraz önce kitapları imzalatmıştım. Gelirken elim boş gelmemek için çiçek, çikolata almak istemedim sizin için değişiklik olmaz diye. Yolda gelirken size bir Milli Piyango bileti aldım. Umarım şans sizinle olur. Sizi çok seviyoruz. İyi ki varsınız.’

Dün listeye baktım, armağan ettiği bilete amorti çıkmış.

Kitabımda da örneklerini vermiştim. Hiç bilmediğim, tanımadığım okuyucularla aramızda oluşmuş olan inanılmaz sevgi ve gönül bağları, getirilen çam sakızı çoban armağanı ama en değerli hediyelerdir bunlar.

İstediğiniz kadar yorgun, hasta ve keyifsiz olun... Hiç tanımadığınız okuyucularınız sayesinde sizi bir anda coşturan, moral ve mutluluk veren olaylar yaşarsınız.

Böylesini yaşamak kaç gazeteciye kısmet olur?
Yazarın Tüm Yazıları