Paylaş
Oysa öyle çok merak ettiğim şey var ki; gitmek istediğim belli ki çok iyi tiyatro oyunları, izlemek istediğim filmler, bir kitabın, mesela 120. sayfasındaki iki paragraf üzerine konuşmayalı ne kadar oldu? Ben niye (henüz gidemedim) “Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi” oyununu yöneten ve oynayan Sumru Yavrucuk’a “Türkiye’de böyle bir gün yok, halkı kandırıyorsunuz” diye geyik yapmak zorundayım ki Twitter’da? Ya da Küba’nın tepesine cami iyi olur, tezinin neresinden tutayım diye kafa patlatayım? Kültür Bakanlığı’nda çalışan uzman kadınların çay demleme ve hoşaf konusundaki beceriksizlikleri konusuna hiç girmiyorum.
İşte böyle söylendiğim günlerden birinde aklıma düştü, acaba ne oldu(lar), diye. Bilmiyorum. Öğrenmek istiyor muyum, ondan da emin değilim.
OLAY KIRKLARELİ’DE GEÇİYORDU
Yıllar önce, hafızası pek de zehir gibi olmayan bir arkadaşım, yolunun düştüğü bir Trakya kentinde, sadece yedi sekiz yaşlı Yahudi'nin kaldığını ve sinagogu açabilmek için 10 kişi (erkek) gerektiğinden ibadetlerini yapmakta güçlük çektiklerini anlatmıştı.
Ama dediğim gibi hafızası zehir gibi olmadığı için, ne kentin adını hatırlayabilmişti, ne de bunu ona kimin anlattığını. Çok şanslıydım; oraya buraya saldırıp ‘‘olayın geçtiği kenti'' bulmaya çalışırken, önüme Erol Haker'in İletişim’den çıkan ‘‘Bir zamanlar Kırklareli'de Yahudiler Yaşardı'' adlı taze basılmış kitabı düşmüştü.
İnsan eline yeni bir kitap aldığında ilk ne yaparsa ben de onu yaptım; kapağına göz attım, ters çevirdim ve arkadaki yazıyı okumaya başladım. Ama daha ilk kelimeleri okurken aşağılarda bir cümleye kayıverdii gözlerim: Günümüzde Kırklareli'de Yahudi nüfusunun altı kişiden ibaret olduğu yazıyordu. Bingo! Büyük bir araştırmacı gazetecilik olayı gerçekleştirmeme gerek kalmadan bulmuştum işte! Kendisi de Kırklarelili bir Yahudi aileden gelme olan Erol Haker'in bu keşfimdeki katkısı bununla kalmamış, röportaj yapacağım insanların tek tek isimlerini ve telefon numaralarını da İsrail’den nazik bir e-mail'le bana ulaştırmıştı. Onları da yapmak istediğim çalışmayla ilgili bilgilendirince, geriye bir tek Kırklareli'ne gitmek kalmıştı, işte işin o kısmını ben yaptım.
Erol Haker’le İstanbul’da kitabı üzerine görüşmek için buluştuğumuzda, onu düzeltmiştim bile: Altı değil sekiz kişilerdi. Altısı 70'inin üzerinde, ikisi 50'lerinde. Sinagogu gerçekten açamıyorlardı azlıktan. O zaman Kırklareli'nin Cumhuriyet Caddesi'nde bir tek Yahudi manifaturacı vardı; Salamon Baruh. 80 yaşındaydı. Tiril tiril takım elbisesi içinde karşılamıştı beni. Konuşurken, açık renk tüvit ceketinin cebine kırmızı mendilini, gömleğinin yakasına kırmızı kravatını özenle takmış Yesua Kaneti girmişti içeri. 77 yaşındaydı. Sonra hepsiyle tanıştık; yarım asırdır küçük sinagogun hahamı olan 81 yaşındaki Hayim Abravamel, Salamon Baruh'un eşi Beti (74), Haham Abravamel'in eşi Viktorya (74), eşini 14 yıl önce kaybeden Suzi Alevi (74). Bir de ‘‘genç kuşak'' vardı; Penhas ve Rozi Haleva (55)…
Sohbet başlayınca hepsi özenle şunun altını çizmişti: “Evet cemaat olarak çok az kaldık, ama biz demek cemaat demek değil sadece. Müslüman arkadaşlarımız, onlarla yıllardır süren çok iyi ilişkilerimiz var.” Biri Kırklarelispor için ne kadar severek çalıştığını anlatmıştı, diğeri akraba ve arkadaşlarının da İsrail'de yaşaması için yaptığı teklifleri nasıl reddettiğini… Evet, 50 haneden 5 haneye düşmüşlerdi ama onlar buralıydılar ve ancak ölünce gideceklerdi.
GERİYE BİR TEK MEZARLAR KALDI
Erol Haker de Adato Ailesi’ni merkeze koyduğu kitabında, o 50’den 5’e düşüşün hikayesini anlatmıştı biraz; 1912 yılında 1300 civarında Yahudi'nin yaşadığı Kırklareli'de, neden şimdi sadece 8 (yazıyla sekiz) kişinin kaldığını… Öyle bir hikayeydi ki, içinde sürgün, aşk, ihtiras, kadın-erkek meselelerinin her bir ayrıntısı, yoksul yıllar, zengin bir hayat, savaşlar, dini baskılar, dahası ırkçı saldırılar, cinayetler, isteyerek ya da zorla göçler, hepsi bir aradaydı. Gerçekti.
1492'den bu yana bu topraklarda olan Adato Ailesi 1800'lerin hemen başında Kırklareli'ye ayak basmış, 1970'lerin sonunda koca aileden geride mezarlar dışında hiçbir şey kalmamıştı. Aslında yaşarken keyifleri çok yerindeydi ama I. Dünya Savaşı, Yunan işgali, Cumhuriyetin ilanından sonra Anadolu'da başlayan Yahudiler'e karşı hareket, yağmalar, seyahat yasakları, izin vermemişti ki.
1934 ise hepsinden başka bir yıldı. 3 Temmuz pazar günü akşamüstü, eve kışkırtıcı birtakım konuşmalar ulaşmış, Trakya'da Yahudiler'e saldırıları olacak haberi gelmişti. Hepsi ‘‘biz Türk komşularımızla iyi dostuz, bize zarar gelmez burada’’ demişti. İlk saldırıya uğrayan Simanto oldu; trende altın saatini herkesin gözü önünde, onu tartaklayarak aldılar. O gece evi taşlandı, camlar kırılırken küçük çocukları koltuklarının altına alıp polis karakoluna bakan pencereden ‘‘can kurtaran yok mu’’ diye bağırdı, çıt çıkmadı. Tüm aile, büyük amca Avramaçi'nin evine kaçtı ve kilerde, bir mum bile yakmayarak sabahı sabah etti. Ertesi gün evi yağmalanmış buldular, üstelik gün boyu evden her şey götürüldü. Ertesi gün, hatırlamakta zorlansa da Türk adı almaya mecbur hissedenler dışındaki tüm Adatolar Kırklareli’ni terk etmişti. Kitabın yazarı Erol beyin soyadı bu yüzden Haker’di. Aralarında Müslüman olanlar da çoktu, Türk vatandaşı görülebilmek için! Ama pek işlerine yaramamış, sadece Varlık Vergisi döneminde ‘daha az’ vergilendirilmişlerdi.
Takvimler 1977'ye geldiğinde, Kırklareli'de tek bir Adato kalmamıştı. 1880'li yıllarda yapılan ve on düğün, üç katı kadar doğum ve sünnet, sayısız cenaze töreni yapılmış ev, 1956 yılında bir bulvara yer açmak üzere istimlak edildi.
TEKRAR KARŞILAŞMA
Bu röportajdan beş altı yıl sonra Kırklareli’ye yolum düştü. Hürriyet İnsan Hakları Treni’yle gidiyordum ve bir ara havraya uğrarım, diyordum. Öyle olmadı. Sabah trende uyanır uyanmaz birini karşımda buldum: Artık 83’üne basmış Yesua Kaneti! Duymuş, gelmişti. Ondan Salamon Baruh ve Suzi Alevi’yi kaybettiğimizi öğrendim. "Artık 5 kişi kaldık" dedi.
Şimdi merak ediyorum. O gün röportajdan sohbete dönüşen görüşmemizde Rozi, ‘‘Bir medyum bana, 84 yaşında burada Yahudiliği sen kapatacaksın, dedi” demişti. Ardında da eklemişti: “Artık gerisini siz düşünün.''
Onları sık sık düşünüyorum… Hayatım soru sormak, ama şimdi, “Geride kimse kalmış mıdır?” diye sormaya bile korkuyorum. Gerisini düşünmeyenler adına utanıyorum. Ama merak etmediğim şeyler de var; zeytin ağaçlarıyla araları nasıldı, etraflarını betonlarla çevirseler, bahçelerini, oksijenlerini yok etseler ne derlerdi, komşularını polis götürse ne yaparlardı tahmin edebiliyorum çünkü. Onları öldüren, evlerini yağmalayan, vatanlarından kovan Devlet, biz buradakileri de başına taç etmiyor. Rozi dostum, orada mısın?
Paylaş