Paylaş
Gerçekten Sakarya’nın tarihimizdeki önemini, mutfak kültürünün zenginliğini, İstanbul’un kıyısında bildiğimizden daha özgün bir tarıma sahip olduğunu gözler önüne seren bu kitabı çok sevmiştim.
Kitabın yazarlarından Kübra Yüzüncüyıl, kitabın kahramanlarından “Manav Mutfağı” olarak geçen bölüme tarifler vermiş bir köye ziyaret düzenlediğinde, koşa koşa gittim.
Kitabı tatmak için harika bir fırsattı. Sapanca yolunu tuttuğumuzda yüksek beklentiler içinde değildim, şaşırmayı hiç beklemiyordum.
Sakarya’yı geri bırakıp dağlar tepeler arasında süzülmeye başladığımızda öyle güzel bir manzara karşıladı ki bizi, samimiyetle şaşırdım.
Sakarya denildiğinde aklıma enerji sektörü, sanayii gelirdi, ne kadar haksızmışım.
Zeytinlikler, meyve ağaçları, ormanlar, yumuşak hatlı, nazlı tepeler, serviler, söğütler...
Akçakaya’ya geldiğimizde şehrin delirten kalabalığından uzak, özgün ve estetik duygusu gelişmiş bir köyle karşılaştık.
Sanki peyzaj çalışması yapılmış da her şey yerli yerine, bağlar olması gereken yere, tarlalar doğru uca, tepeler durmaları gereken yere dizilmişlerdi.
Akçakaya sözlükte güzel bir “normal” köyün karşına fotoğrafını koyabileceğiniz bir yer. Kitapta sözü geçen Manav Mutfağı’nı tanıtmak için bize sofrasını açan Hülya Oğuz ve ailesinin karavandan geliştirilmiş, tüm tepeye hakim, camekan duvarlarla korunmuş, doğayı yaşam alanlarının içine sokma felsefesiyle tanınan Amerikalı mimar Frank Lloyd Wright’ın elinden çıkmış gibi bir ev Oğuz ailesinin yayla evi.
Kahvaltı masasında Hülya Hanım ve ailenin fertlerinin elbirliğiyle hazırladıkları reçeller, pekmezler, soğan kavurma, tadına doyulamayacak bir keçi loru, bahçeden domatesler, biberler, taş fırında yaptıkları ekmekler, börekler, tatlılar...
Akçakaya köyü, çocuklarının hepsini okutmuş, iyi yerlere göndermiş ama köyünden de vazgeçmemiş insanlardan oluşuyor. Köyü farklı kılan da bu zaten.
Köy muhtarının kızı Ferda Işık yazması, şalvarıyla kahvaltıda bize eşlik ederken aslında o gün bizimle birlikte olabilmek için işten izin aldığını, biyokimya mühendisi olduğunu anlatıyor. Çalışma alanı kök hücre.
Bilim kadını ama elini de toprağından çekmemiş. Köyde lavanta yetiştiriyor.
Yağını kozmetik sektöründe değerlendiriyor.
Ev sahibimiz Hülya Hanım da yıllarca bir fabrikada çalışıp emekli olduktan sonra köyüne yerleşip ilaçsız tarım yapmaya, üretmeye başlamış.
Kooperatif olmak istiyorlar, köyün kadınlarına eğitimler verilsin zaten belli bir bilinçte yaptıkları tarımı daha da iyi yapsınlar istiyorlar.
Bize hazırladıkları düğün yemeği gibi kahvaltıyı şehirden gelecek turistler için de hazırlamak, Akçakaya’nın uzak değil yakında bir köy olmasını, gidilmesini, gelinmesini, topraktan aldıklarının daha iyi değerlendirilmesini istiyorlar.
Şimdilik ürünlerini pazarda satıyorlar.
Hülya Hanım’ı ziyaret edin, güzelim köyüne gidin, o harika keçi lorunu, yanındaki muazzam vişne reçelini, her biri hem güzel hem de lezzetli tabakları o güzel manzara ve koca gönüllü insanlarla tatma şansını kendinize hediye edin.
Köyün geleneklerinden isli nohudu tatma şansımız da oldu. Yeşil nohudu bitki olarak topladık, ağaç dalları arasında yaktık ve ortaya hiç beklemediğim bir lezzet çıktı.
Farklı tat ve aromalarda dans ediyordu nohutlar.
Piknik alanının çeşmesinden kana kana su içtik, yine Oğuz ailesinden harika sarmaları, dolamalarıyla günü kapadık.
Bu unutulmayacak günün en eğlenceli taraflarından biri traktörle bir yerden bir yere gitmekti.
Akçakaya Köyü’nde misafirperverlikleri, özgünlükleri için teşekkürler.
Kübra Yüzüncüyıl’a da bu güzelliği kendine saklamayıp paylaştığı için...
Paylaş