Paylaş
Amaç ne Allah aşkına? Ekonomiyi hale yola koymak; devletin geliri ile gideri arasında bir denge kurup, kamu açıklarının, sistemin üstündeki enflasyon baskısına son vermek değil mi? Bunun için düşünülen tedbirlerin başında, vergi gelirlerini artırmak var. Demek ki, vergi gelirlerini artırmak bizatihi bir ‘‘amaç’’ değil. Enflasyona engel olmak için düşünülen bir ‘‘araç’’. Bu aracı devreye sokarken, enflasyonu azdıracak bir başka olaya sebep olmamak şart. Çünkü bu takdirde araç, amacı aşmış olur. Daha da önemlisi, aracın bizatihi kendi hedefi dahi tahakkuk etmeyebilir. Yani, vergi gelirlerini artırmak için alınan tedbirler ‘‘vergi gelirlerini artıramaz’’. Pek tabii, bu yolla sağlanacak kamu finansman dengesi de kurulamamış olur.
***
Bu dediklerimizi bir kenara kaydedip, ekonomide önemli bir ‘‘değişmeye’’ değinelim. 1980'lerden beri hemen hemen tüm dünyada uygulanmaya başlayan ‘‘kambiyo serbestisi’’ ulusal ekonomileri, ülke sınırları içine hapis edememek gibi oluşum ortaya çıkardı. Kambiyo serbestisi, kısaca parasal servetlerin hiçbir sınırlama olmadan dövize çevrilebilmesi ve ülke dışına gidip gelebilmesi, ulusal çerçevede alınan mali politika kararlarını, eğer uluslararası şartlar ve imkânlar dikkate alınmazsa, uygulanamaz hale getirdi. Mesela bugün Türkiye'de herkesin parasal varlıklarını dövize çevirme imkânı var. Eğer Türk Lirası mevduat, repo veya hazine bonosu ‘‘vergiden sonra getiri’’ bakımından, dövizin mesela DTH'nin altına düşerse, tasarruf sahiplerinin çoğunun, TL'den çıkıp, dolar veya marka yönelmesi pekâlâ mümkündür. Böyle bir hareket bir anda, dövize müthiş bir talep yaratır. Olay burada da durmayıp, dövizin yastık altına veya yurt dışına gitmesine de neden olabilir. Bu da döviz fiyatlarının fırlamasına sebep olur. Döviz fiyatlarında ani bir sıçrayış, enflasyonu bir anda patlatır. Üstelik devletin dış borç ödemelerini de TL. cinsinden yüksek rakamlara iter. Bu da kamu açıklarını, hesaplananın çok üstüne çıkartır. Ani bir döviz fiyat artışının, reel ekonomi üzerine yaratacağı tahribata ve devletin dövize endeksli yatırım harcamalarında (mesela Karadeniz otoyolu) ortaya çıkacak maliyet artışlarına hiç değinmedim. Sadece, finansal sektörde oluşabilecek şiddetli bir dalgalanmanın, enflasyonla mücadeleye nasıl darbe vuracağından söz ettim. Bu dalganın reel ekonomide yaratacağı ‘‘daralma’’nın, vergi gelirlerini de azaltması kaçınılmazdır.
***
Şimdi şu soruyu sormanın tam zamanıdır. Peki, vergi reformu yapılmasın mı? Menkul sermaye iradları vergilendirilmesin mi? Peki, tabii evet. Bu yapılmalıdır. Bunun da en kestirme yöntemi gelirin kaynağında bir ‘‘kesinti’’ (stopaj) yapıp işi halletmektir. Stopajla yetinmenin, yüksek kazançlardan yüksek oranda vergi alınması ilkesine uymadığı söylenebilir. Ancak bu sakınca, beyan esasına dayalı bir vergilendirmenin yaratacağı sakıncalardan daha ‘‘ehven-i şer’’dir.
Sırası gelmişken, menkul kıymet değer artışlarının vergilendirilmesi (capital gain tex) hususuna da değilelim. Eğer, menkul kıymet değer artışları vergilendirilecekse, mutlaka gayrimenkul değer artışları da vergilendirilmelidir. Aksi takdirde, ekonomide kaynak tahsisi çarpıklığı oluşur. Türkiye'de tasarrufların daha fazla arsa ve binaya gitmesine ihtiyaç yoktur. Tam aksine, daha fazla paranın ‘‘sermaye piyasası’’na akması gerekir.
***
Maliyecilerden son bir ricam daha var. N'olur, vergi çalışmalarını ilkbaharda başlatıp yazın yürürlüğe koyun. Göreceksiniz, tepkiler daha yumuşak olacaktır.
SON SÖZ: Vergiyi topla, mükellefi dövme.
Paylaş