Paylaş
Her yazar, aynı zamanda bir okurdur. Ben de sizin gibi gazetelerin köşesinde bucağında yer alan bir sürü yazıyı okuyorum. Pek tabii üst ve alt yazıları da okuyorum. Orta yazıları da. Bu yazılardan edindiğim kanaat şu: Yazar, ağabey ve ablalarımız bizleri çok seviyorlar. Bizim de onları çok sevmemizi istiyorlar. Bu nedenle, yazdıklarının bizleri sıkıntıya sokmasına hiç izin vermiyorlar. Bizi kusursuz kabul edip, üzerimize gelmiyorlar. Bize çok iyi muamele ediyorlar. Bizleri koruyor ve kolluyorlar. Bize kol kanat geriyorlar. Yazarlar, bizim hamimiz, hatta babamız, hatta ‘‘badi-gardımız’’. Onlar bizi, kötü devletten, kötü polisten, en önemlisi kötü siyasetçiden koruyor. Bize kötü muamele eden biri çıkarsa, onu öyle bir benzetiyorlar ki, okumaya değer. İçime su serpiliyor, ohhh olsun diyorum. Zaten atalarımız ne güzel söylemiş. ‘‘Alma vatandaşın ahını, gazeteci çıkartır onu aheste, aheste.’’
* * *
Makinenin başına oturup, haftanın yazılarını yazmaya başlayınca, birden içime şeytan giriyor. Usta yazarlardan hiç ders almamış gibi yazı tasarlamaya başlıyorum. Kendi kendime, ‘‘Git şu okurların üstüne’’ diyorum. Hayatı zorlaştır, acıma onlara. Bu okur dediğin kerataların hepsi birer küçük fare. Milyonlarcası, her gün, ufak ufak, kemire kemire düzenin dibini deliyor. Sonra da bir iki köşe yazısı okuyup, ‘‘Ne namussuzlar var ulan bu ülkede’’ diye iç geçirip vicdanını rahatlatıyor. Hepsi, sütten çıkmış kaşık sanki!
* * *
Aslında bu eski bir konu. Hürriyet'te birlikte çalışma şansına sahip olduğum Emre Kongar hocaya, ‘‘Acaba, okurun üzerine giden yazılar yazsam, okur benden soğur mu?’’ diye sormuştum. O da bana, ‘‘Kesinlikle soğumaz’’ demişti. Sonra da ilave etti: ‘‘Hiçkimse, kendini yazarın üzerine gittiği tiple özleştirmez. Okur, üzerine gittiğin kişinin ta kendisi olsa, yine de o, bu sözlerin muhatabı ben değil başkasıdır diye metni okur’’ dedi. Ben de hocadır diye Emre'nin sözüne inandım. O cesaretle yazılarımın stilini değiştirmedim. Masalları ‘‘çocuklar değil, büyükleri için yazmakta’’ devam ediyorum. Eh, siz de çocuk olmadığınıza göre, size babalık edecek değilim.
* * *
Bugün kısaca, ‘‘laiklik’’ kavramı üzerinde duracağım. Laiklik, dinle devlet işlerinin birbirinden ayrılması değildir. Bu tanım, laikler tarafından uydurulmuş, siyasi veya ideolojik bir söylemdir. Bilimsel değildir. Bilimsel demek, doğaya uygun demektir. Kısaca, yukarıdaki tanım, ‘‘hayatın kendisine’’ uymamaktadır. Laiklik, karşılaşılan dünyevi soruların cevabını, kutsal kitaplarda değil, bilimsel kaynaklarda aramak demektir. Hakeza, dinlerin kutsal kitapları da, uhrevi değil dünyevi işleri düzenlemek için yeryüzüne inmiştir. Zaten din, sadece ahiretle ilgili olsaydı, bu dünyada kendine yer bulamazdı. Hatta, Humeyni'ye göre, ‘‘Din siyasettir’’. Siyaset ise, halkın sevk ve idaresi demektir.
Şimdi, ‘‘dini siyasete alet etmek’’ veya ‘‘siyaseti, dine alet etmek’’ cümlelerini tekrar düşünün. Laiklikle, dinciliğin niçin çatıştığını sorgulayın. ‘‘İlim mi dini kapsar, yoksa din mi ilmi?’’ sorusuna cevap arayın. Sakın ha, bir Hıristiyan takiyyesi olan ‘‘Sezar'ın hakkı Sezar'a, Allah'ın hakkı Allah'a’’ palavrasına da sığınmayın. Yoksa, Allah'la Sezar'ı kıyaslamış olursunuz.
SON SÖZ:
Büyükler için masalları, çocuklar sevmez.
Paylaş