Paylaş
Bugün size bir ‘‘gerçek’’ ekonomi kıssası anlatacağım. Hisseyi de siz çıkarın. Bildiğiniz gibi ekonomi, ‘‘gerçek’’ ve ‘‘gerçek olmayan’’ (veya parasal) diye ikiye ayrılır. Şimdilerde gerçek ekonominin modası yok. Kimse gerçek ekonomiye kafa yormuyor. Varsa yoksa parasal ekonomi. En sıcak güncel konu, aralıkta imzalanacağı söylenen IMF anlaşması. Döviz kuru ‘‘çıpa’’ olacak. Yani fiyatlar akıntıya ve rüzgára kapılıp kayık gibi sürüklenmesin diye, döviz çıpa gibi suya atılıp, zeminde sağlam bir kayaya (IMF kayasına) taktırılacak ve ‘‘enflasyon-devalüasyon sarmalı’’ duracak. Daha önemli bir konu mu var yani? Evet var; hem de yüzlerce. Niçin, sadece parasal ekonomiyle uğraşarak, ekonomi yola sokulamıyor diye merak ediyorsanız, yazıyı okumaya devam edin.
* * *
Yerel yönetimler, daha aşina olduğumuz deyimiyle belediyeler, parasızlıktan kıvranıp durmaktalar. Üstelik, belediyelerin çoğu da ‘‘vergi yüzsüzü’’. Yani işçi ve memurlardan kestikleri gelir vergisini ve SSK primlerini yatırmıyor. Bu da yetmiyor, dış borçlarını da ödemeyip, Hazine'yi emrivaki karşısında bırakıp kendi borçlarını ona ödetiyor. Tüm bu maskaralıkların kök sebebi, toplumsal bilincimizin çok derinlerde yatmaktadır. Neyse.
Belediye, ‘‘bir beldede yaşayanların verdiği paralarla, o beldeye hizmet götüren ve o beldede, ‘belediye düzeni' sağlayan bağımsız kamu kuruluşu’’ demektir. Ancak, belediyenin bizdeki fiili tanımı ise şöyledir: ‘‘Belde halkından asla para istemeden, merkezi hükümetin bütçesinden payını alarak, aldığı payla da yetinmeyip borç alarak ve sağa sola borç takarak, beldeye hizmet götürmeye çalışan 'yarı bağımlı' kamu kuruluşu.’’ Belediyeler, halktan usulüne uygun olarak para toplayamadığı için, ‘‘usulsüzlüğe göz yumma’’ karşılığı haraç toplar olmuştur. Böylece, bir yandan hizmet sunmak için üç beş kuruşluk kaynak yaratırken, diğer yandan kamuya vergi geliri yaratacak meşru kazanç kaynaklarını kurutmaktadır. Hem de kurmak ve yaşatmak mecburiyetinde oldukları düzeni tahrip etmek pahasına.
* * *
Bir örnek vereyim: Şehirler, katma değerin yani, milli gelirin yüzde 60’ının yaratıldığı hizmet sektörünün dev fabrikalarıdır. Şehirlerin veriminin artması ve dolayısıyla, kazançların ve vergilerin yükselmesi için en başta şehir içi ulaşımın hızlı olması gerekir. Bu sebeple, şehrin kan dolaşımına engel olmamak gerekir. Yapılacak en kötü şey, şehri büfelerle ve yarı seyyar-sabit satış noktalarıyla doldurmak, yolları otopark yaparak, araç ve yaya trafiğini engellemektir. Halbuki, belediyelerimizin en sevdiği ‘‘iş’’ budur. Biraz gelir yaratmak, daha çok da yandaş kollamak için, şehirdeki tüm kamusal mekánlar yani yeşil alanlar, meydanlar, kaldırımlar ve yollar, büfe kurma, otoparklaştırma ve sair yöntemlerle ‘‘ticaret alanı’’ haline getirilmektedir.
Sonuçta a) yavaşlayan trafik yüzünden araç ve insan zamanı kaybolmakta, verim düşmekte, maliyetler artmakta, b) bu ve kayıtdışı ekonomi büyümesi yüzünden vergi gelirleri azalmakta, c) yetersiz kalan altyapı yüzünden belediye hizmetleri aksamakta, d) şehir kirlenmekte ve çirkinleşmektedir.
SON SÖZ: Bindiği dalı bilmeyen, onu da keser.
Paylaş