Bir dostumun, Türklerle ilgili çok sağlam bir teorisi vardır. Der ki, göçebe tarihimizden dolayı, öğrenmeyi asimilasyonla bir tutar, ürker, bilginin karşısında sağır kulaklar, kör gözler ve duvar gibi bir bilinçle dikiliriz.
Aman abi, 30 yıldır Almanya'da yaşıyor olsak da, biz yine sadece lahmacunla beslenelim. 40 yıldır İstanbul'da ikamet ediyor olsak da; ‘‘Şebinkarahisarlılar Dayanışma Derneği’’ falan kurup, memleket mantığını yaşatalım, komşumuza eloğlu muamelesi çekelim...
Gelin görün ki, gökkubbedeki podestinde ikamet eden Yaratıcı merci de, maalesef dayakla eğitim taraftarı. ‘‘Madem öyle, gel böyle,’’ diyor: ‘‘6,4 verdim, yetmedi...
Duvarlarınızdaki çatlakların üzerine resimler halılar astınız. Kasaba kurnazı politikası güdüp, malzemesinden çaldığınız binanın harcına rüşvet kattınız. Titreşime hassas bombalarda yaşamaya kalktınız. Çocuklarınızı uyku niyetine ölüme yatırdınız. Utanmadan bir de bana emanet ettiniz. Cebinizden hayatınızı çekip aldım, kaybettiğinizin farkına bile varmadınız. Sizin ar damarlarınız da duvarlarınız kadar çatlaksa suç benim değildir. Madem öyle, gelin böyle: Alın size 7.8!..’’
Ben İzmir'deki çocukluk uykularımın büyük bir kısmını, Karşıyaka parkında, panikle geyik muhabbetini harmanlayan mahallelinin arasında uyudum. Annem beni kucağında sallamaktan yorulduğuna, görevi artçı şoklar devralırdı. Bir vakit sonra, Dr. Kimble'ın ‘‘kaçak’’ maceralarının başlayacağı saatte, Allah'a sığınıp, eve dönerdik.
17 Ağustos'ta, birlikte yaşadığım adamla paylaştığımız Yeşilköy'deki evden taşınmak üzereydim. O zaten gitmişti. Aşk bitmişti, yapı paydostu; koliler hazırdı, ertesi sabah gelecek nakliyat kamyonunu bekliyordum. Duvara yaslı kanapede uyuyakalmışken, salonun ortasına düşerek uyanmıştım. Duvarların dinmeler bilmeyen, korkunç uğultusu eşliğinde kafası kopmuş tavuk misali devinirken; ‘‘Demek insan yalnız ölürmüş,’’ diye düşünmüştüm. Ertesi hafta, bitişiğimdeki iki apartman tahliye edildi. Fakat, köşedeki bina idare eder gibiydi. Daha geçenlerde yolum yine Yeşilköy'e düştüğünde baktım, ayyaş bir kovboyun şakağındaki bıçkın faça gibi duruyordu hálá aynı çatlaklar. Kadının biri, birinin arasına sıkıştırdığı askımsı çubuğa, el havlusu asıyordu.
Biz hep acıyla mı terbiye edileceğiz? Benim bildiğim tevekkül; insanın eşeğini önce sağlam kazığa bağlayıp, sonra Allah'a emanet etmesine denir. Harcından çalınmış bir devlet binasında ölmek, mukadderat değildir. Çeltiksuyu yatakhanesinin enkazından çıkarılan Veysel Dağdelen'in babası ne diyordu: ‘‘Benim yaptırdığım ahır yıkılmadı, okul yıkıldı...’’
Dingonun ahırı bile, yuva bildiğimiz, huzura kaçtığımız meskenlerden sağlam ya; ağla gözlerim ağla... Yine başımız sağolsun; nasıl olacaksa...
Masum sevişgen
Geçtiğimiz hafta gündemde yer alan bir tartışma vardı ki, mantığı olsa olsa ‘‘Hizip a la Baykal’’ şeklinde nitelenebilir: CHP üyesi, Avusturya eğitimli, iyi aile kızı Şahnaz Çakıralp, Meltem Cumbul'un Abdülhamit Düşerken'deki Nimet rolünde sevişme sahnelerini çok abarttığını, rol icabı hayatında ilk kez sevişen birini canlandırırken ‘‘daha masum’’ halleşmesinin uygun olacağını, rol ona verilmiş olsaydı kendisinin daha masum sevişebileceğini beyan etti. Şaka gibi... Valla Çakıralp'in izanına sığmayabilir ama bizim bildiğimiz seks, ilk seferinde ‘‘doğal’’ bir güdüyle kafa göz dalınan, her seferinde de ilk kezmiş gibi yaşanan bir şeydir. Her sevişme, bir kar tanesi gibi üniktir, biriciktir. Yani kişiye özel olduğu gibi, duruma da özeldir. Öyle nicelik hesabıyla kaşarlanmaz; istatistiki averajı alınmaz. Hoş, Çakıralp metot oyunculuğu pratiğiyle yaşıyorsa kendi cinselliğini, onu da bilemeyiz, ayrı... Fakat, CHP usulü müzmin muhalefetin, halvet politikasına kadar uzanması da ziyadesiyle enteresan yani!
Ormanın kanununu yazsam yeniden
Rudyard Kipling'in, orijinalini 1894'te kaleme aldığı, 1907 Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmasını sağlayan en önemli eseri sayılan, hayatın temel gerekleri ve mecburiyetleri üzerine harikulade metaforlarla döşeli şahane kitabı Jungle Book, ‘‘Amaaaan, yine avlanmak lazım,’’ diyerek mıymıntı bir tavırla gerinen arslanın tasviriyle başlar; hayatta kalma güdüsü ve becerisi üzerine, olağanüstü güzellikle hikáyelerle sürer. Koreograf ve yönetmen Beyhan Murphy'nin, Kipling'in eserini şehre uyarlayıp, genç bir izleyici profiline sunmayı hedeflediği son modern dans projesi ŞehirOrman'ın dünya prömiyeri, yarın, Ankara'da gerçekleşecek. Turne çerçevesinde İzmir, İstanbul, Bursa ve Samsun'a da ulaşacak olan projede, yetkin bir kadronun yanı sıra, ‘‘kadrolu DJ’’ Mercan Dede, Athena ve servi boyu ve yetkin mesleki becerisiyle kendini, yani çakı gibi bir haberciyi canlandıracak olan dostumuz Cüneyt Özdemir de görev alıyor. Şehrin uyuşturucu, satanizm, yozlaşmış Amerikan kültürü benzeri tuzaklarına işaret eden gösteri, teşbihte hata olmaz; ayaklı bir kılavuz eser. Kaçmaz!...
Babam beni nasıl sevdi...
Geçtiğimiz hafta Radikal'de Hızır Tüzel imzalı harika bir Gökhan Arsoy röportajı vardı. Tüzel'in neden bir türlü TeleVole starlığı mertebesine yükselemediğine dair soru yönelttiği, Altın Çocuk Göksel Arsoy'un, 38 yaşındaki BÜ Psikoloji mezunu ve İngiliz İşletme eğitimli oğlu Gökhan Arsoy şöyle diyordu: ‘‘Ben 18 yaşımda artist olmadım, 30 yaşımda artist oldum, anlatabiliyor muyum? Bu işler çok kolay aslında. Bilmem kimle evlenip boşanmış olmak, bilmem hangi mankenle birlikte olmak... Biz bunların hepsini yaptık ama kimse bilmiyor. Millet yaşamadığı şeyleri reklam ediyor. Ben tanımadığım adamın cenazesine gitmek, her kokteyle katılmak istemiyorum.’’ Arsoy, aynı röportajda, iyi bir aile terbiyesi görmüş olduğunun ve sevgiye tok bir çocuk olarak büyüdüğünün de altını çiziyordu. Aynı sıralarda Zaga'ya konuk olan Kerem Alışık, yeni başlayan dizisi A.G.A.'da başrolü paylaştığı Begüm Kütük ile ‘‘henüz’’ aşk yaşamadıklarını ama yarın öbür gün ne olacağının da belli olmadığını anlatıyordu. Sibel Turnagöl ile perdeyi açtıktan sonra Nazan Şoray, Ebru Gündeş, Aydan Şener, tüm gönüllerin kamberi Çağla Şikel gibi, magazin kataloğunu andıran bir yelpazede yer alan sayısız bayanla yaşadığı aşklar sayesinde kendine bir kariyer inşa eden, geçtiğimiz günlerde Magazinciler Derneği tarafından düzenlenen ödül töreninde, Yılın En İyi Tiyatro Aktörü unvanıyla taltif edilen Alışık, bilirsiniz, hep hüzünlü çocukluk günlerinden dem vurur. Yatılı okulların kasvetli koridorlarında büyüdüğünden, Sadri Alışık'ın onu nasıl, hep uyuduktan sonra öpüp okşadığından... Diyeceğim o ki, analar, babalar, çocuklarınızı bilinçleri ve gözleri açıkken, mıncıra mıncıra seviniz! Bakınız, artık eloğlu; ‘‘Ananı Türk televizyonunda görmüşler,’’ cümlesini sinkaf babında dile getiriyor. Sonra maazallah, sizin çocuğunuz da; ‘‘Herkes beni sevsin! Sevin beni, sevin beni!’’ nidalarıyla Pazar Keyfi'ne düşer; söylemedi demeyiniz...