Ablamı İzmir’e yolcu edeceğim sabah. Önce birlikte gazeteye geleceğiz, kahvaltı-kahve, son bir tur muhabbet çevireceğiz.
O sonra havaalanına gidecek, uçağa binecek, memlekete uçacak...
Taksim Meydanı’nda gazeteden arkadaşlarla birlikte servis aracını beklerken önünde dikildiğimiz bankanın ATM’sine meczup bir kadın yaklaştı.
Saçlar yapış yapış bir öbek yapağıya dönmüş, üst-baş yırtık pırtık, kir-pas içinde. Çorapsız, plastik terlikli bacaklarından birini kan tutmuş, perişan bir hálde...
‘Evsiz’ tabir edilen tiplerden...
Ve fakat müdanaası var mı? Gururdan öte, kibirli, müdanaa da ne kelime...
Her deli gibi vakur bir tondan bağırmaya başladı.
Bankanın ATM’sine dokunuyor, ‘ortak nokta’ mefhumuna giydiriyor, iki gözüm önüme aksın ki muhtemelen kültürlü bir şizofren filan olduğu için Sorbonne’dan bahsediyor. Belli bir dizime bağlı olmayan bölük pörçük cümlelerle ortama doğru öfkeli öfkeli saydırıyor.
Sonunda bizim grubu gösterdi, ‘Nallı bunlar nallı!’ diye haykırdı, döndü arkasını, gitti...
Banu zaten ne zaman İstanbul’a gelse, bir süre sonra ‘İllallah!’ nidalarıyla dönüyor İzmir’e.
Ablam diye söylemiyorum, akıllı mı akıllı bir insandır kendisi.
İstanbul’a mecbursa iş, değilse keyfi geldiğinde zevk ve sefahat turları atmak için geliyor, şehrin sefasını sürüyor, sonra da cefasını metropolün ben gibi ‘göçmen sakin’lerine ve sahiplerine bırakıp iklimi daha latif ve yaşaması kesinlikle daha kolay bir şehir olan İzmir’e dönüyor.
Kadın gittikten sonra arkasından bakakaldık. ‘Kızım sen de bazen konu bulmakta zorlandığını söylemiyor musun; yuh!’ dedi Banu, ‘Önünüz, arkanız, sağınız, solunuz, ebe-sobe şeklinde haber be.’
‘Maalesef’ bakışları attım: ‘Kazın ayağı öyle değil işte... Şu gördüğünün haber değeri filan yok. Olağan manyaklar kategorisinden bir şey bu. Hatta sıradan manyaklar...’
Banu buradayken, benim Digiturk yayını, faturadan dolayı kapalıydı. Yaklaşık bir hafta, TV ile ilişkim, TRT yayınlarından ibaretti.
Onun gittiği gün, kanallar açıldı. Ve bu sayede, kısa bir süredir ‘mahzur kaldığım’ muhtelif programlara göz atmak gibi bir ‘şans’ım oldu.
‘Ünlüler Çiftliği’ olsun, ‘Gelinim Olur Musun’ olsun... Seç beğen al bir seyirlik, sokakta sergilense, haber değeri taşımayan, ama ekrandan peydahlandığında ‘olay’ olan háller...
‘Ulan İstanbul’un ne günahı var?’ diye düşündüm...
Konu çok basit esasında. O kadar basit ki, giderek karmaşıklaşıyor.
Deli her yerde delidir belki ama kimbilir, yine belki delinin ayağına ne giydiği, delinin ne dediğinden ziyade nerede boy gösterdiği ile belirlenir...
Sokakta kimbilir belki de Sorbonne’dan mezun bir çıtırdak olabilirsin, genetik kodlardan dolayı nesiller boyu düşün düşün kafayı yemiş...
Ve meczubun, zavallının tekisindir; nokta...
Ekranda, hiçbir halt olmayabilirsin ama ekrandasındır ve ‘mış gibi’ yaparsın, bilmem kim olarak tanınırsın; virgül...
Sonra gelsin 15 dakikalık şöhret, gitsin 7,5 dakikalık ün...
Ne olduğuna dair en ufak bir fikrin bile yokken ‘Ben var ya bennn!’ dediğinde, onu herkesin duyabileceği bir yerden söylediğinde ve ‘Yahu şu bilmem kaç numerolu ‘bennn’i kazıdığında altından ne çıkıyor acaba?’ diye düşünmeye zahmet bile etmeyen ‘fanatik kitlesi’nin gazına geldiğinde, ‘kitlen var’ zannettiğinde ‘sennn’ diye bir şey var sanrısına kapıl.
Sonra yarın bir gün bir başka, daha çok bağıran bir BEEENNNNNN çıksın.
7,5 dakikan 3,75 dakikaya düştü diye otur ağla. Ve hiçbir şey söylemeden daha fazla bağırabileceğin, bu şekilde akabileceğin bir mecra aramaya başla.
Kovala dur kendini; kuyruğunun peşinde dolanan huzursuz bir kuçu gibi...
Var ya, amirlerimi ikna edebilirsem Taksim’deki ablayı bulup haber yapmayı planlıyorum.
Onunla kültür-sanat sayfaları için bile konuşulabilirmiş gibi bir hissiyata sahibim.
Zira Banu haklıydı galiba.
O kadın pek çoğundan daha fazla ‘haber değeri’ taşıyordu abi...