Ayak bileğimizi hacamat etmek suretiyle fizyoterapi dediğinizin ne mene bir şey, yani ne derece komplike, sofistike, vs. bir şey olduğunu idrak ettik ya... Tedavi merkezine ‘tedarikli’ gidiyoruz güya...
Şöyle ki: Beher seans iki-üç saat arası sürüyor. (Şaka gibi ama öyle...) E, bu bir müddet daha böyle gideceğine göre?..
Dedim ki iyisi mi ben gazete paketini alayım, bari günlük gazete okuma mesaimi orada harcayayım.
İlk günler itibarıyla konsantre olmak pek mümkün olmadı fakat.
Vaziyetle taze müşerref olmuş biri olarak o elektrik akımlarının dakka başı bünyeyi bızıdı-bızıdı-bııızzzt şeklinde dürtüklemesine alışabilmiş değilim. Okuduğun cümlenin noktasına varmadan yeni bir şok dalgası geliyor. Bütün ezber dağılıyor. Hadi bakalım sil baştan...
İkincisi, ortam had safhada ‘hareketli.’ Yine: Konsantrasyon hakgetire...
Kimi arkadaşlar bizi ‘magazin duayeni’ addederek kendi çaplarında maytap geçiyor olabilirler ama bu konuda hakkım teslim edilsin isterim. Şimdi şurda oturup birkaç gün üst üste ‘Gördüklerim duyduklarım: Kimler sakat, kimler rehabilite oluyor?!? Ebru Çapa gözde bir fizyoterapi merkezinden bildiriyor! Azzz sonra!!!’ mealinde mevzu açsam, Betty Ford’a yatan ünlüleri ihbar eden paparazzo popülaritesine kavuşurum valla.
Yapıyor muyum; yapmıyorum...
Çünkü ben artık herkesle iyi geçinen ve magazine tövbeli bir insan olmaya karar verdim. İmajıma ve sosyal çevreme dikkat etmem gerek, zira ciddi ciddi politikaya atılmaya niyetlendim efen’im.
Oy verecek parti bile bulamıyoruz gerçi ama ne yapalım, ben de bir dahaki seçimlerde bağımsız olarak adaylığımı koyarım.
Bir seçilirsem, ah bir seçilirsem var ya:
1) Uyku probleminden yırtarım. Hatta İzmir’den annemi babamı filan da çağırırım, öyle maaile birbirimize sarılır uyuruz.
2) Kendimi buzdolabına uçan tekmeyle girişen Cüneyt Arkın zannetmeyi bir yana bırakır, kick-box merakımı TBMM’de çıkan kavgalarda tatmin ederim. Gönlümün dilediğince sinkaflı küfürler ederek, sen şunun altına yatıyorsun, sen bunun altına yatıyorsun, ılımlı İslám olurdu, olmazdı derken, kendime konulardan konu beğenir, rakip partinin vekillerine girişirim.
4) Ekmek elden su gölden, devlet malı deniz yemeyen domuz modeli yaşadığım yetmiyormuş gibi 8 milyar maaş alır, sonra bir de üzerine ağlak yaparım...
5) Bu arada kafayı gerçekten bozar da meselá cinayet işlemeye yeltenir ve işlersem, dokunulmazlığım var efen’im, ortalıklarda rahat rahat, gef gef gerinerek takılırım.
6) Memlekette olan biten her türlü vahim hadisenin faturasını karşı parti olsun, trafik-enflasyon-ıvır-kıvır canavarları gibi adresi meçhul mefhumlar olsun, kendimden başka herkese ve her şeye çıkartırım.
7) Merakıma mucip olan konularla ilgili zırt fırt soru önergesi sunarım: GS bir daha ne zaman şampiyon olacak? Hülya Avşar’ın her Allah’ın günü yerine bari meselá gün aşırı bir polemik konusu pörtletmesini sağlamak adına bir şey yapılabilir mi? Hayatın bir anlamı var mı? Peki g noktası denilen şey var mı?
8) Aklıma eseni hede hödö söyler, uluslararası rezaletlere yol açar, sonra da eşi menendi bulunmaz espri yeteneğimi konuşturur, kendi skandalımdan Cem Yılmaz performansı çıkartırım. Misál, Ruslar’a sonradan görme alkolikler, Amerikalılar’a obez aptallar derim. Sonra da olaya; ‘Ama ben uykumda konuşuyordum. Kimisi uykusunda horlar, bense uyurken bazen türkü çığırırım, bazen de böyle küçük şakalar yaparım’ şeklinde bir ‘açıklama’ getirir, bu arada aman da pek kalifiye bir espri şey ettirdiğim için de üzerine ekidi-kikidi kıkırdarım.
9) Emekli memekli... Hálá her konunun ombudsmanı olarak dile geldiğine göre çok geç olmasa gerek... Elimde hediye bir şapkayla kapısında yatar, Baba’nın familyaya sızarım. Kendisi için bir şey istiyorsa namert olan ve kardeşinin şirketlerine el konulması yüzünden yaptığı açıklamaları, ‘Valla billa kardeşi olduğu için yapmayan’, derdi gücü vatanın menfaatleri ve adalet olan Baba’nın kanatları altında mutlu mesut ve hiper erdemli bir şekilde palazlanırım.
10) On mon yok kardeşim. Bünye kaldırmayacak galiba. Ben bu gidişle yine sıradan vatandaş olarak sürüngen hayatıma devam edeceğim korkarım...
Son bir not: Bu arada, dört gündür üst üste mevzuu bilekten açtığımın (Gülden bizim tayfanın her gün yeni bir kurbanla sapır sapır dökülüp sakatlanması durumu karşısında bizleri ‘erat’ mefhumundan aldığı ilhamla ‘sakatat’ diye çağırmaya başladı.) ve kapattığımın farkındayım. Bugün son olsun. Şerefsiz bacak, kendini her adımda iniiim inim hatırlatınca böyle oluyormuş demek. Pardon. Bu da benim ayıpçı hezeyanım olsun...
Sessiz de konuşabilen adam
Cihan Ünal’ın Haftalık’a vermiş olduğu röportajı vesile yaparak, hadiseyi analım.
atv’nin sadece dizilere ödül verilen ve geçtiğimiz haftalarda ilk kez dağıtılan Beyaz İnci ödülleri törenine dönelim yani...
Benim öncelikle, bir sorum olacak. Tamam, anladık, ‘Hadi kendimize yerli Emmy ödülleri töreni güzelliği yapalım’ diye düşünülmüş. İyi, güzel de...
Dünyanın başka herhangi bir ülkesinde, o dizilerin bir kısmının yayınlandığı bir televizyon kanalının ödül dağıtması görülmüş hadise midir?
Hatırlarsanız, gecenin sunucusu Mehmet Ali Erbil, her kategoride, ödülü vermesi için iki şöhreti sahneye çağırıyor.
Yarışmanın ödül veren konuk çiftlerinden biri Güven Hokna ile Cihan Ünal.
İkili sahneye çıktıklarında Ünal’ın rol aldığı Kadın İsterse (Star) dizisinin, aldığı reytinge rağmen hiçbir ödüle aday gösterilmemesine ‘latif’ bir üslupla dokunduruyorlar. Uzuuun uzun...
Öyle ki izleyicilerin bayılma raddesine geldiğini fark edip konuyu gayet ironik bir şekilde ‘E, az laf öz laftır. Kısa (!) keselim’ diye bağlıyorlar.
Bunun üzerine Mali Bey, en ön sırada oturan Kültür ve Turizm Bakanı Koç’u gösterip; ‘Niye canım? Daha Atilla Bey bile dalmamıştı’ diyor!
Nerden mi aklıma geldi? Röportajda bu konuyla ilgili bir soru da yöneltilmiş Cihan Ünal’a. Ama beni esas gıdıklayan o soru değil, Ünal’ın ‘sessiz de konuşabilen’ insanlardan hazzettiğine dair söyledikleri.
Nasıl mı olurmuş sessiz de konuşabilen insan? Şöyle ki:
‘Çok fazla konuşmayan... Yeri gelince bilgiyi sunmak önemlidir. Tersi gevezelik olur.’