Vaktiyle, özellikle o aralar ‘aşk gurusu’ diye takıldığımız gazeteci bir arkadaşla aramızda paslaştığımız bir espriydi.
Birilerinin aşk hayatıyla ilgili dedikodu mu kaynatıyoruz, áşık elemanı ‘garson’ diye anardık.
Bizim yáren, kafayı semiyolojiyle kırmış bir adam olduğundan, yanlış hatırlamıyorsam Roland Barthes’dan aldığı ilhamla (‘Bir áşığın esas işi beklemektir’ minvalinde bir şey buyurmuştu Barthes.) durup durup; ‘Aşıklar bekler’ diyordu zira.
Ben de Sam Amca’nın misyoner okullarından mezun bir geveze olarak, mevzuu dublaj bulamacına döndürüyordum. İngilizce’de bekleyen biri waiter kelimesiyle anıldığı ve waiter kelimesi aynı zamanda garson anlamına geldiği için; ‘Bu durumda her áşık bir garson mudur yani?’ diye geveliyordum.
Kaldı o öyle: ‘Her áşık bir garsondur...’ Saçmasapan bir geyikti ama tutturmuştuk işte; ne bileyim, bizi eğlendiriyordu.
Kalabalık bir ortamda birileri mi yakınlaştı; birbirimize kaş-göz işareti yapıp ‘Bak’ diyorduk ‘potansiyel bir garson.’
Sormayın, yine dublaj Türkçesi ile ifade edecek olursak, ‘kahrolası dahi’leriz biz!!!
O GÜN SAÇLARIMI YIKAMAM LAZIM
İnsan, 11 yaşından 18 yaşına kadar, ‘İngilizce düşünmenin’ öğretildiği, İngilizce düşünmek gerektiğinin belletildiği bir okulda dirsek çürütünce, böyle saçmalayabiliyor bazı bazı.
Oysa o okula gidene kadar şu dublaj/çeviri meselesiyle hálleşmekte epey zorlanmışımdır.
Çocukken Amerikalılar’ı anlamakta zorluk çekiyordum. (Hálá da birçok hállerini anlayabilmiş değilim, anlayabildiğim pek çok hállerinden de hazzetmem, ayrı...)
Bir gün, pek de bayılmadığım bir akraba ziyaretine gitmemiz söz konusuydu. Anneme gidip; ‘Ben gelemem, o gün saçlarımı yıkamam lázım’ demiştim.
Kadın hecelemeye başladığım günden beri saçmalamama alışkın olduğu hálde bu kez gerçekten kafası karışmıştı. Yüzünün aldığı hál şu an bile gözümün önünde. ‘Bizim ikinci çocuk zihinsel defolu çıktı galiba’ gibilerinden bir endişeyle yüzüme bakmıştı:
‘Her sabah zaten yıkanıyorsun ya bebeğim?’ diye sormuştu; ‘İki parmak saçın var zaten, bütün gün nesini yıkayacaksın?’
Ablamdan yürütüp okuduğum romans kitaplarında, fotoromanlarda gayet geçerli bir bahaneydi bu oysa. Kadının biri adamın birini mi ekecek; ‘Gelmem mümkün değil’ derdi; ‘O gün saçlarımı yıkayacağım.’
Amerikalı kadınların saçlarını yıkamasının neden böyle meşakkatli bir iş olduğunu merak ettim durdum yıllarca. Ciddi ciddi... Ne bileyim, annemin ikinci çocuğu hakikaten defolu çıkmış sanırım.
GİRİN, KAPI AÇIK MEKANLARI
Çocukken, kapı çaldığında; ‘Girin kapı açık’ diyebileceğim bir mekánda olacağım günler gelecek mi gibilerinden bir merakım da vardı.
‘Girin kapı açık’ da ne, kapı çaldığında, delikten bakmam, ‘Kim o?’ diye sormam ve tanımadığım insanlara kesinlikle kapıyı açmamam tembihlenmişti.
‘Amerikalıların evlerinde niye kilit yok?’ diye sorduğumu hatırlıyorum yine anneme; ‘Onlarda kötü adam yok mudur?’ (Nah yoktur!)
Amerikan polisiyeleri sağolsun, polisle başı derde giren Amerikalılar’ın haklarını ezbere bilmeme rağmen; (Konuşmama hakkına sahiptirler, avukat tutacak paraları yoksa devlet ona bir avukat tutacaktır, vs...) bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak haklarımın ne olduğuna dair en ufak bir fikrim olmadığına uyanmam neredeyse ergenlik yıllarıma filan rastlar.
Bir keresinde tekme-yumruk bir tutuklanma hadisem olmuştu. Suratıma yumruğu çakan sivil polisin; ‘Konuşmama hakkına sahipsin’ dediğini hatırlamıyorum. Zaten yumruğu yememin esas sebebi de ağzıma gelen ne varsa galiz bir üslûpla, car car car saydırıyor olmamdı; o da ayrı...
BU DUBLAJ GEYİĞİNİ NİYE ÇEVİRDİM
Ben bu dublaj-mublaj geyiğini niye çevirdim? Irak Savaşı, ABD’de dizi oluyormuş efen’im...
Az önce yine 25 kişinin ölüp 35 kişinin yaralandığı Musul’daki patlamanın haberini ajanstan okuduktan hemen sonra, medyatava sitesinde okuduğum bir haberden öğrendim.
Medyatava sitesi haberi, ilk bölümü geçtiğimiz hafta yayınlanan Over There (Orada) adlı diziyle ilgili Leon Stebe imzalı bir makáleyle duyuruyor.
Tabii ki bu diziden, Vietnam savaşının, II. Dünya Savaşı’nın korkunçluğunu anlatan esaslı filmler gibi bir şeyler beklemiyoruz. Bu bir nev’i ‘kahramanlık’ destanı...
Dizinin başında ‘Bu program yetişkinlere yöneliktir’ şeklinde bir uyarı yayınlanıyormuş.
Yaşları 18-22 arasında değişen iki kız, dört erkek kahraman ve işte, bildiğiniz ‘aksiyon’: Bombalar, silahlar, ölüm ve kan...
Öldürülen Iraklı direnişçiler... Iraklı direnişçileri ‘haklı bir dava uğruna’ öldürdükleri için sevinen, ‘Orduyu seviyorum’ filan diyen ABD’li askerler...
Yapımcılar; ‘Savaşı sansürsüz gösteriyoruz. Önemli olan kahramanların hikáyeleri, savaşın mantığı değil’ buyurmuşlar.
‘Kendine iyi bak’ gibi soğuk, uzak, sevimsiz bir ‘selámın’ mucidi bir ülkenin televizyonu bu tabii; o kadar olacak...
Şimdi bana söyler misiniz? Böyle bir diziyi, hangi lisana, nasıl çevirirsiniz? İnsanca?..
İsterseniz 40 ayrı dil konuşun. Mantığa çevirmek için kelimeler kifayetsiz.
‘F.ck you motherf.cker!’ cümlesini Türkçe’de birçok ayrı versiyonla kurabilirim ama. Güzelim Türkçe’nin gözünü seveyim.
Tuğba Özay sussun üstüne para vereceğim
Tuğba Özay’ın işvereni olmak için yollara dökülmeyi düşünüyorum.
Özay, bildiğiniz gibi Yeliz Yeşilmen ile birlikte, Amerika’daki Simple Life yarışmasının, Kanal D’de yayınlanan Türkiş versiyonunda yarışıyor bu aralar.
Yolda ‘Ne iş olsa yaparım’ şeklinde çalışıp, tanımadıkları insanlardan aldıkları yevmiyelerle karınlarını doyuruyorlar.
Aqua Fantasy Clup’da animasyona çıkmalar, benzin satmalar, tavlada erkekleri yenmeler, kendi fotoğraflarını satmalar, kadınlara spor yaptırıp bunu izleyen erkeklerden para almalar, çay, gazete filan satmalar...
Böyle işler...
Ben bunları bir yerde sıkıştırıp, diğer işveren adaylarını da bertaraf ettikten sonra, Antalya’ya kadar her günlük mesailerini ‘kiralamak’ istiyorum.
Ne iş mi yaptıracağım? Yeliz Yeşilmen’e bir şeyler düşünürüz. Özay’ın eline kalın kalın harita-metod defterleri tutuşturacağım ve altta okuyacağınız beher cümleyi en az biner kez alt alta yazdıracağım.
3 Ahmet Kaya şarkılarından oluşan bir albüm yapmayacağım.
3 Ortamlarda en Kemalist CHP’li benim diye dolanmayacağım.
3 Onbin yıldır görüşmediğim Kürşat Yılmaz geçiyorken uğradı, polis sansasyon yaratmak için onu benim evde yakaladı mavrasına sarmayacağım.
3 Ne hikmetse gün aşırı ‘tesadüfen’ düşen askılarımı toplar ve memelerimi kapatmaya çalışırken gazetecilere ‘Ay çekmeyin ayol! Sizin niyetiniz kötü’ geyiği çevirmeyeceğim.
3 Kimse sormadığı hálde dakka başı süper entelektüel bir babanın kızı olduğumu söyleyip durmayacağım.
3 İnsanları salak yerine koymayacağım.
3 Ben Türk halkı için varım, Türk örf ve adetleri doğrultusunda yaşayan bir kızım, herkes beni evinin kızı gibi görüyor şeklinde hayali küçük ali rüyaları kurmayacağım.
3 Biraz susacağım, susacağım, susacağım, susacağım, susacağım, susacağım...
Fatih Ürek ve Arto bile isyandaysa durum vahim demektir
Gülden, geçenlerde Nişantaşı’nda bir kafede oturup gazete okurken, yanındaki masada dönen bir muhabbete kulak kabartmış.
İşe bir geldi ki surat sinirden mora kesmiş, bütün ezber dağılmış.
Masada 18-19 yaşlarında bir grup genç, aralarından birinin büyük başarısını kutluyorlarmış.
Büyük başarı şu: Çocuk ‘98 model bir Ferrari’yi 85 bin dolara ‘düşürmüş.’
Kafede alkollü içki yok, çocuklar limonata içiyorlar. Aralarından biri; ‘Akşama senin arabayı alıp bunu bir yerde ıslatalım’ demiş.
Bizimki yanaşmamış. Zira efendim, o binek değil, garaj arabasıymış: ‘Bizim evin garajına gelir, orda görürsünüz.’ Cevap bu...
Benim de bir seferinde, hakikaten mecburiyetten yolum Nişantaşı Brasserie’ye düşmüştü. Yarım saat durdum, yemin ederim asap bozukluğundan saçımı başımı yoluyordum.
45-50 yaş makyaj ve kıyafeti içinde, rüştünü ispat ettiği bile şüpheli bir sürü küçük kadın; kollarında Louis Vitton’lar, ellerinde Tiffany torbaları.
Tiffany’den bahsediyorum; dünyaca ünlü ‘mücevherat’çıdan... Bir tur yapmışlar, dükkana dönüp akıllarının kaldığı birkaç şeyi daha almaktan bahsediyorlardı. Üstelik aralarında konuşurken Tiffany’yi Tifo diye anıyorlardı! Bizim Tifo, şekerim; bilirsiniz...
Fatih Ürek ve Arto bile isyana gelip ebeveynleri sorumluluk sahibi olmaya davet etti ya, durum hakikaten vahim demektir.
Kelebek’teki haberde yana yakıla, çıktıkları kulüplere gelen 14 yaşlarındaki çocuklardan bahsediyorlar. Çocuklar deli gibi alkol-sigara içiyormuş da, 5-6 milyarlık hesapları peşin ödüyorlarmış da...
Bir baba, 18 yaşındaki bir çocuğa, garajında dursun diye 85 bin doları bastırıp niye Ferrari alır?
Ya da ne bileyim, bir anne kızına, ‘Benim konken arkadaşlarım bile senden genç duruyor. Şimdi bunu takıyorsan ilerde ne yapacaksın? Bülent Ersoy’un mücevher koleksiyonunu mu satın alacağız?’ diye sormaz?
Bu çocuklar hakikaten ileride ne yapacaklar? Neyle tatmin olup neden mutlanacaklar?
Bir çocuğun hayatını piç etmek için ideal formül: Ona paranın satın alabileceği her şeyi verin. Sonra da onu paranın kiralayabileceği en sosyetik psikiyatriste, pedagoga gönderin.