Salı, öğlene doğru uyandığımda, günün ilk selámını yine Ebru’dan aldım. ‘Günaydın’ yerine sağlam bir ‘Yuhhh!’ nidasının ardından; ‘Sen nasıl bir şeysin be abi?’ dedi.
Alarmcılar gelmiş meğer.
Sabahtan beri, evde deneme amacıyla ciyuv ciyuv öttürülen alarm bir yana, özellikle de yan odamda, mütemadi bir matkap gürültüsü kopmaktaymış.
Sabah 10’dan beri filan... Ben uyandığımda 13.00’ü geçiyordu.
Hani uykum, uyumakta zorlandığım ve bir kez uyudum mu da, uyumaktan ziyade bayıldığım için hakikaten ağırdır. Ama bu gürültü, ölüyü diriltir dediklerinden...
Herhangi bir mezarlığın yanında böylesini kopartın, bir Thriller klibi daha çekmeye yeltenirseniz, zombiden yana kadro sıkıntısı çekmezsiniz, öyle söyleyeyim.
Ben bu uykuyu tanıyorum. Depre(m)syon uykusu...
Pazartesi sabahı uyanmakta hiç zorlanmadık mı, zorlanmadık... Sabaha karşı uyumuş olmama rağmen, Tabiat Ana 5.7’lik bir salladı, yataklardan fırladık.
Çeşme’deyiz... İnsan depremde ne yapar?
Biz deprem sanki bir sayfiye atraksiyonuymuş gibi pencereden bahçede oynaşan Sis ve Bro’ya baktık. Ebru ve Burak’ın iki köpeği var. Bu kadar sevecen ve bu denli minyon bekçi köpekleri görülmemiştir. Sokaktan Saddam’la Bush el ele geçseler, kuyruk sallamacasına...
Ebru, eve girmeye yeltenecek hırsızları sevgiye boğup, kaçıracaklarını düşünüyor. Hırsız; ‘Ben bu kadar yoğun sevginin sorumluluğunu yüklenemem’ diye tırsıp, gerisin geriye dönecekmiş. Köpek dediğin bari depremde içgüdüsel olarak bir-iki havlar, bir şey yapar değil mi; yok...
Neyse işte...
Sonra 4.1’lik artçı geldi. Ebru o sırada önlem olarak, benim onların odaya gidip orada uyumamın uygun olacağını düşünmüş. Onların odadaki dolap gömmedir, devrilmez diye...
Ben 17 Ağustos’u Yeşilköy’de yaşamış olduğum için devamlı ‘Bu nedir ki?’ makamından çalıyorum. Yeşilköy’de insanlar loş sokaklarda kendilerine tuvaletlerini yapmak için münasip bir yer ararlarken, sinirlenmiş, ‘Eh be kardeşim, bana yetti! Evimde işeyeceğim. Öleceksek, mezarıma ‘Çiş yoluna gitti Niyazi’ yazarsınız’ demiş ve eve girmiştim.
Eve girer girmez de yerde, film nasıl kopmuşsa, hatırlamadığım şekilde derin bir uykuya dalmıştım. Depre(m)syon uykusu... 5 küsurluk artçı karnıma vurduğunda, lüzumsuz efelenmenin bir manası olmadığını anlayıp, kendimi sokağa dar atmıştım.
Salı sabahı da kahvelerimizi içtik, alarmcıları uğurladık, ben kendime gelirim umuduyla banyoya girdim.
İşte 5.9 da o sırada geldi.
17 Ağustos’ta duvarların korkunç uğultusu eşliğinde 45 saniye boyunca evin içinde bezden bir kukla gibi oradan oraya savrulurken ‘İnsan yalnız ölüyormuş demek’ diye düşünmüştüm.
Bu kez de; ‘Eh, bu dünyaya anadan üryan geldik, demek ki öyle de gidecekmişiz’ diye düşündüm.
Sonra kirişlerin ve kolonların homurtusu dindi; benim banyo küvetinin içindeki daracık mahalde gide gele sergilediğim sörf performansı da sona erdi.
O saatten beri de içimde bir şey uyudu, uyanmaz...
Televizyonlar deprem fırtınasının bir hafta daha süreceğini söylüyor. Şimdi uyuyup, mümkünse bir hafta sonra uyanabilirim.