Duvara Karşı öyle bir film ki: Afallatıcı bir hikáye, şahane çekilmiş kareler, harikulade bir sinema dili, mükemmel oyunculuk performansları...
Kelimeler kifayetsiz; öyle, öyle, öyle ki... Film gibi film, arslan gibi film... Yanisi, porno geyiği batsın... Yemeyiniz, içmeyiniz, gidiniz ve görünüz. Ve Güven Kıraç ve Sibel Kekilli ve offf, aşka düşülesi Birol Ünel... Yani, karizmanın böylesi... Bildiğiniz üzre Ünel, filmin galasında, Kekilli’nin porno filmleriyle ilgili soru sorulmasına hayli sinirlendi: ‘Biz Sibel Kekilli üzerine belgesel bir film çekmedik. Bu aptal Bild Gazetesi’nin ortaya çıkardığı konuyu daha fazla büyütmenizi istemiyorum. Filmin asıl değerini konuşalım.’ Emriniz olur efen’im, elbette konuşalım... Hatta bize kendinizden de bahsedin... En başından başla anlatmaya; senin hikáyen ne güzelim?..
Her birimiz Büyük Birader’in vesikalı yáriyiz
Bir de bana paranoyak derler! Hani literatürün majör klişesidir ama doğruya doğru mirim; klişeler tam da bu yüzden, nesiller boyu mükerrer şekilde doğrulukları teyid edildiği için klişe háline gelirler. Klişeyse klişe: Paranoyak olmanız izlenmediğiniz anlamına gelmez!
Geçtiğimiz hafta Necdet Açan’ın gündeme düşürdüğü manşetten, Kara kuvvetleri Komutanlığı’nın kaymakamlıklara yolladığı bir yazıyla, memlekette uçan-kaçan bilumum mahlûkat hakkında bilgi istemesine ilişkin haberden söz ediyorum, bildiniz!
Sosyete mensupları, iyi aile ya da onun bunun çocukları, AB yanlıları, ne düşündüğü belirsiz yazarlar, ne idüğü belirsiz ozanlar, sağı solu bellisiz kızlar ve kızanlar, internet kullananlar, maydonozu sevenler derneğine üye olanlar, hatta iyi afiyette olsunlar...
Onu yapan, bunu yapmayan, hatta duyan gelmiş: Ku Klux Klan!
Bırakalım yani, suçun fiile dönüşmeden suç sayılamayacağını, aksi kanıtlanmadan kimsenin suçlu yerine konulamayacağını, hiç kimsenin ‘Benim gözüm bu çocuğu kesmedi, sanırım bu afacan hınzır şeyler düşünüyor’ diyerek, ‘paşa gönlü’ öyle istedi diye, kimse hakkında istihbarat toplayamayacağını...
Geçelim bunları bir kalemde azizim...
Ben, kendimi aşırı ciddiye aldığımdan falan değil, memlekette istihbarat birimlerinin muhterem merakının kimin kafasına düşeceğinin belli olmadığını bildiğimden, senelerdir izlendiğime kaniyim, hatta neredeyse eminim...
Bundan birkaç yıl evvel yine böyle bir deşifrasyon yayınlanmıştı hatırlarsanız. Listede Mesut Yılmaz ile birlikte, hani neredeyse telefon rehberinden rastgele seçilmiş sayısız vatandaş vardı.
Ordu izlemezse, derin devlet izler... Onlar izlemese, açılmış kasalardan kayıtlar, kasetler dökülür; bir bakmışsınız; a-a oradasınız: Yanisi, devlet birimleri izlemese, şantaj amacıyla dolandırıcı şirket patronları izler... O da izlemese Adnancılar ya da ne bileyim, ‘doğal görüntüler’ pazarlayan porno mafyası izler... Kimse izlemese, meraklı turşucu bir komşu dikizler...
E, bir formül bulmak lazım di mi? Ben derim ki, tecavüz mecburiyse zevk almaya bakınız... Sorun BBG’cilere ya da bilumum sitare yaşırmacılarına anlatsınlar: İzlenmek de ayrı bir zevktir anlayacağınız... Paranoyayla baş etmeye, özel hayatımızı muhafaza etmeye çalışıp da ne yapacağız?
KOSINSKI’NİN DENEYİ
Ne zaman böyle bir mevzu gündeme gelse, aklıma hep yazar-akademisyen Jerzsy Kosinski’nin, ders verdiği sırada uyguladığı ve Coping with the Mass Media adlı kitapta yer alan o ‘deney’i gelir.
Kosinski, sınıfın muhtelif köşelerine kameralar, kürsüsünün yanına, sınıfın ortasına da bir monitör yerleştirir. Bir gün, ders verdiği sırada, dışarıdan biri sınıfa dalar ve yine daha önceden anlaştığı bir öğrencisiyle kavgaya tutuşup yumruklaşmaya başlar.
Bu sırada kameralar çalışmaya, odanın ortasında vuku bulan kavga da ekranda yayınlanmaya başlamıştır. Kosinski, tahminlerinde yanılmaz: Bütün sınıf, burunlarının dibinde yaşanan kavgayı, bırakın müdahelede bulunmayı, ekrandan izler!
Müteveffa Orwell, ölümsüz ‘sanılan’ eseri 1984’ün neredeyse hükmünü yitirdiğini görseydi, muhtemelen başka türlü bir felaket senaryosu alırdı kaleme...
Demem odur ki, ‘Ne bakıyosun lan, maymun mu oynuyo?’ dönemlerini geride bırakalı çok oluyor... Şimdilerde millet izlenmek adına maymun olmaya razı; herkes bir başka kapının önünde kuyrukta, 15 dakikalık şöhret kovalıyor.
Müsterih olalım arkadaşlar. Birbirimizden haberdar olmasak da hepimiz birilerinin gözünde, ünlü bir şahsiyetiz... Cümleten fişlenmişiz, her birimiz Büyük Birader’in vesikalı yáriyiz....
Bakın, ne güzel, izleniyoruz... Hadi hep birlikte, ne yapıyoruz?
Kameralara ve vazife icabı ajan kesilen kaymakamlara, dudaklarımızı büzüp Ajda Pekkan taktiğiyle ‘333, 333, 333!’ diyerek ya da Kadir İnanır usulü ‘klark çekerek’ ya da ne bileyim, şirin şirin, masum masum, Gülben Ergen modeli gülümseyerek bakıyoruz.
Ulan, bizi gidi bizi, ne ballı şeyleriz! İşte devlet, işte ordu, işte hizmet! Ayıp bize be, hiç kadir kıymet bilmiyoruz!