Pazartesi akşamı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın, Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde sergilediği, Romanyalı Matei Visniec’in yazdığı ve Orhan Alkaya’nın yönettiği Savaş ve Kadın adlı oyuna gittim.
Eski Yugoslavya’nın dağılmasını, biri tecavüze uğramış Bosnalı, diğeri de toplu mezar kazıcılarına psikolojik destek vermek için orada bulunan ABD’li bir psikiyatrist olan iki kadının diyalogları aracılığıyla anlatıyor oyun.
Yıllar yılı dip dibe yaşayan, komşuyken bir anda düşmanca şarkıların makamından çalan insanların, savaşla birlikte birbirlerini nasıl kırdığına ve savaşı nasıl kadınların namusları, pardon, ‘namus’ları üzerinden yürüttüğüne dair insanın içini deşen bir oyun; yine pardon, ‘oyun’:
‘Eskiden savaşlarda bedenlere hançerler sokup çıkartılırdı. Şimdi intikam almak için birbirlerinin kadınlarının bedenlerine penis sokup çıkartıyorlar.’
Boston’lu psikiyatristin, etkileyici repliği ki mübarek, hayatın özeti gibi...
İnsanlık tarihinin en güzel, en üretken faaliyeti, seks, savaş söz konusu olduğunda, en öldürmez süründürür türünden, beter bir vahşete dönüşüyor: Tecavüze, ırza geçmeye...
Şimdi, kulağa çişli bir nahiflik tufanı olarak gelebilir ama bu hayatın travmadan doğmayan mutlu çocuklara ihtiyacı var.
Ve ‘Dünya barışı’ denen şeyin, sadece güzellik yarışmalarında, ‘Hadi kızım, biz seni güzelliğin için seçeceğiz ama kafan da basıyor mu anlayabilmemiz için şöyle şerbetli bir dilek de tutuver’ sorusuna verilecek bir cevaptan çok öte bir şey olabilmesini istiyor insan.
Dünya barışı dileğinde bulunan güzellik kraliçelerinin eblehten öte bir birey olabildiği ve bu dileğinin ‘ebleh’likten öte bir şey olarak addedileceği günleri, öylesi bir izanı görebilmeyi...
Barışın, o malûm pazarlama tabiriyle ‘win-win’ anlamına gelebileceği günleri görmek, bu hayatta nasip olur mu bilinmez. Bilinmez ama şiddetle umulur... Yine de -dilediğiniz gibi dalganızı geçebilirsiniz- nihai olarak öfkeden, hırstan ve kasaba hıncı, kasaba kurnazlığı güden bir izandan ziyade umuda inanan bir Kova burcu mensubu olarak, inanmaktan caymam mümkün değil.
Kabûl: Bu çişli bir metindir. Modern çağı uykudan esneten ütopik klişelerden ibarettir. Fakat bu aralar ‘kanla karışık ideal’ işeyesi var bünyenin, biliyor musunuz... Niyeyse artık?..
Ve kimi çişli klişeler, bir türlü hayata geçemeyen hálleri çağıran dualar gibi vardır. Ve hep olacaktır.
Evrim belki de şöyle bir şeydir: O klişeleri, yüzünde dalgacı bir sırıtışla, aşağıdan ya da yukarıdan değil de yanıbaşından, omuz başından izleyebilmektir. Zamanın, izafiyetten anladığı, kimbilir, belki de: Eşitliktir.
Kendi kuyruğunu kovalayan bir köpektir belki zaman.
İllá ki başladığı yere, kendine, özüne dönecektir.
Bak işte bunun için savaşmaya değer. Gerekirse kendinle... Nasılsa hiçbir kuçunun intiharının ya da cinayetinin ya da idamının kanı yerde kalmaz. Ve hiçbir surat, nakil kaldırmaz. Ne nakil kaldırır, ne de suret kaldırır...
İfade, nev’i şahsına münhasırdır, kendi takviminde yaşlanır, kendine benzer, Tanrı’nın oya gibi işlediği bir kar tanesidir, üniktir, biriciktir.
Ve evet: Eblehçe: İyiler galip gelecektir. Savaşın olmadığı o yerde...
Uzun zaman alsa da, çokça acıya mal olsa da: Kazana kazana... Win’e win’e...