Dünkü yazıyı (Lunatiğin güncesi...) okumuş olan okurlar, bu satırların gerizekálı yazarının salaklıkta kendini aşarak ayak bileğini hacamat ettiğini, hayatında ilk kez alçıyla müşerref olma ihtimáliyle yüz yüze kaldığını hatırlayacaktır.
Kendi salaklığının faturasını geçtiğimiz ay dünyaya ‘fazla’ yakından göz kırpan aya ve onun yarattığı etkilere çıkardığını da...
Tamam, peki, olabilir... Hadisenin yegáne müsebbibi ay olmayabilir.
Gelin görün ki haftayı dolunay malülü olarak tamamlayan bir tek ben değilim.
Üzerinize afiyet bizim kat acil servis koğuşu gibi... Kolu askıda olanlar, kurdeşen dökenler (Evet abi, düpedüz kurdeşen dökmekten bahsediyorum.), migren krizi geçirenler... Gırla...
Sadece iş yerindeki arkadaşlar mı? N’ayır efen’im...
Kırk yılın başında şöyle hakikatli bir arazla haşır neşir olmuşum. Bol bol mızmızlanıp nazlanmaya niyetliyim ama?..
Geçtiğimiz hafta kimle konuştuysam; ‘Sorma bana da şöyle bir şey oldu’ diye lafa girdi. Utanmadan ‘O da bir şey mi’ şeklinde el artırıp havamızı söndürenler bile oldu, iyi mi!
Yani demem o ki ben bir salak olabilirim ama benim salaklığımı ‘tetikleyen’ (Salaklık da tetiklenmeyi bekleyen bir tür hastalık olamaz mı yani?) unsurların da olayda parmağı var.
Şurda bilimsel bilimsel konuşuyoruz işte. Uzatmayın... O kadar...
Merak edip soranlar için: Kemiği çatlatmamışız, doku zedelenmesiymiş. Fakat hiçbir işi ayağıyla yapmayan ve hakkını veren (Bunu ayağımızla yaptık gerçi, ayrı...) mümtaz bir şahsiyet olduğum için sıkı hırpalamışım; zedenme deyip geçmeyiniz, epey bir zedelenmiş...
Olay vuk’u bulduğundan beri kime rastladıysam, aynı ismi verip; ‘Şahane adamdır, işinde uzmandır, ayrıca kankamdır, bizim kafadandır, illá ki onu gör’ diye müstesna bir beyefendiye yönlendirdiler.
Öyle böyle değil ama... Anladığım kadarıyla tanıdığım insanlar arasında kendileriyle bir ben müşerref olmamışım.
Utanmasam ilk karşı karşıya geldiğimizde; ‘Ayıp değil mi; niye beni dışlıyorsun abi?’ diye adama karakter atacaktım.
Bu arada tanıdığım insanların neredeyse tümünün muhtelif seferler oralarını buralarını kırdıklarını, çatlattıklarını, çıkarttıklarını da öğrenmiş ve bundan da hiiiç utanmadan (Kemiği çatlatmamışız ama ar damarı çatlak!) kendime bir gurur payı çıkarmış bulunuyorum. Ben bu yaşa kadar yine iyi idare etmişim yani.
Çocukken fena hálde yaramaz, hatta kuduruk bir kız olduğum, ağaçlardan inmediğim, çete savaşlarında karşı tarafla pata küte giriştiğim hálde ne bir yerlerimi kırmışlığım ne de patlatmışlığım var. Benim başıma başka türlü şeyler gelmiştir.
Kırdığım abaküsün çubuğu ağzımda yatağa balıklama atladığım için boğazımı delmek gibi... Zincirinden boşalmış tazı gibi koşarken yüz üstü düşüp ısırdığım dilimi tam yarıdan koparmak gibi... (Dile bir merhem sürülüyor ve o kendi kendine yapışıyor. Siz de o arada ibretlik bir moron olarak bilmem ne kadar süre ağzınız açık, diliniz ortada dolaşıyorsunuz.)
Nitekim bu kez de alçı yerine, ismi kulağa uzay mekiği modeli gibi gelen bir bileklik takılmasına ve fizik tedaviye karar verildi.
Bu vesileyle hayatımda ilk kez fizik tedavisi denen uygulamaya maruz kaldım. Benim gibi konu cahilleri için ziyadesiyle enteresan bir deneyim. Allah kimseyi düşürmesin ama ola ki mecbur kalırsanız, zevk almaya bakınız derim.
Üç saate yakın, elektriği yiyince istemdışı raksetmeye başlayan ayak parmaklarımı izledim durdum. Baş parmakla serçe parmağı önce ters yönlere doğru uzaklaşıyor, sonra da hasretle -neredeyse- kucaklaşıyorlar. Tek ayaklık dev kadro gururla sunar: ‘Tango Passion!’
Başlarda fena acıdığı için vikvikliyordum ama bünye sonradan alışıyor. Hatta sinirler laçka olduğundan mıdır nedir, bir süre sonra gülmek filan geliyor.
Şimdi bambaşka bir derdim var: Bünye her türlü acayip iptilaya teşne olduğu için tedavi sürecini elektrik bağımlısı olarak tamamlamaktan, yanımda bir portatif jeneratörle dolanıp kendimi günde birkaç öğün şoka maruz bırakmaktan korkuyorum.