‘Bu da oldu!’ Dedi, yanaklarının güzelliğinden müştek sepsevgili arkadaşımız. Yine-ne-oldu!? Dedim. ‘Bu akşam geliyorlar!’ Gelen kim? İngiltere’nin Müslüman prensi mi! ‘Keşke!.. Hem annem, hem babam!..’
Yahu ne var bunda? ‘Evi ... götürüyor yine, kahretsin!’ (Biz bu lafı ‘Allah kahretsin’ diye biliriz ki, hoş bir laf değildir, bunu hiçbir zaman söylemeyin; içinizden de geçirmeyin çünkü Allah kalbinizdekini bilir. Fakat ecnebi eğitim görmüş zamaneler, tıpkı İngilizce’deki gibi, ‘kahretsin’le iktifa ediyorlar...)
Çok af edersiniz, ‘Ulan’ dedim, ‘ne var bunda, ne güzel işte, bak gözlerin çakmak çakmak, heyecan fışkırıyor!..’
Düşünsenize, yaz havasının hafif rüzgárlandırdığı şu şeker gibi günlerde elele tutuşmuşlar orta yaşın sınırlarındaki anneyle baba... Orta yaş... Şu orta yaşa bir bakalım: İnsan ömründeki en geniş yaş yelpazesi. Renk cinsinden ifade edecek olursak, pembeden mora giden bir skala.
Mora gelene kadar önemsenecek bir şey yok. Ama mor önemlidir. Morun sınırında ne olacak? İnsan denen mahlûkun, hayat denizinde kaptanlığı ne kadar kıvırabildiği, morun sınırında ortaya çıkar. Nasıl mı? Ya mosmor olursun ya da oralı olmazsın. Birincisi dekadansın işareti. İkincisi ise şöyle çiçek kokulu, taravetiyle tir tir titreşen bir meyveli pastanın lezzeti gibi terennüme hazır, olgunluk denen mahsulün zuhurudur ki, cümle insanlık milletine hayırlı olsun...
Uzun etmeyelim, ‘Neler söyleyeceklerini düşünebiliyor musun!’ diyor, sepsevgili arkadaşımız. Geçen sefer, önceki sefer ve daha önceki sefer ne söyledilerse onu söyleyecekler diyorum. Bunlar ona fena hálde ‘aşağılayıcı’ geliyor, hele ki kendi evine değil de amcasının evine gitmeleri ihtimali! Onu asıl yaralayan bu.
‘Bre!’ dedim... Yok mu hani...
Yüzlerinde Ege’nin güneşiyle gelen bu anne-baba, mor area’ya girmek üzereler. Fakat hem zeká, hem güzellik, hem nadir kabiliyetlerin sahibi böyle iki cerbezeli kız evlat (Diğerinin yanaklarıyla hiçbir sorunu yok, benim onunla sorunum var; servi boyu, bahçenin yemyeşil çimenlerini çıplak ayaklarıyla ezişi...) yetiştirmiş olan anneyle babanın günü geldiğinde mosmor olmaları ihtimali çok düşük. Ve bundandır ki, hattı zatında işte bu çatışma, aşktan başka bir şey değildir; kızımızla ebeveyni arasındaki.
Zaten siz olsanız ne dersiniz; salonun orta yerinde bir çamaşır makinesi, içinde kirliler, boş bira kutuları, ‘shit’ denip ‘basket’ yapılmış kitap ve dergiler, cips artıkları ve saire. Ancak bir ebeveyn gayrete gelip birkaç söz söyleyebilir bu manzara huzurunda, yoksa insan lál ü ebkem kalır vallahi.
Anneyle kızın arasındaki, nedenleri asla vuzuha kavuşamayacak olan bir anlaşmazlıktır ki, Kıbrıs sorununu andırır. Çözüm, idráki mümkün olmayan baharlarda muhtemeldir, yeter ki istensin... Babayla kızın arasındaki ise, malûm, aman Allah! (Freud Bey bulunduğu álemde rahat durmayıp klavyeme tasallut ediyor tabii.) Çikolatalı sufle tadındadır lákin hipertansiyon ve yüksek ruh kolesterol. Hayat zor.
Zaten bu kadar lafı ben niye ettim? Dedi ki sepsevgili arkadaşım, ‘bizim’e gidiyoruz. Hani şu Boğaz’daki benim sevdiğim yere, (neresi olduğunu hiçbir zaman söylemeyeceğim) aramızdaki adı bu. Ve babanın çok sevdiğim bir huyu var. İzmir’den gelişlerinde doğruca oraya gidiyor.
Şimdi düşünün: Poponuzda beş kilo bez bağlı; kolalar, kurdelalar içinde ham yapılacak bir Hacıbekir lokumuyken gittiğiniz, babanızın gençliğini tül gibi sarmalayan anason buğusunun ardında kalmış o masalardaki eşhası ve muhabbeti bugün hayal meyal çıkartabildiğiniz o yere, bugün aynı takım, gidiyorsunuz. Kıyıdaki akasyalar biraz yaşlanmış yoksa nehir aynı nehir, artık ‘büyük’ olmuşsunuz, ama o günlerin tığ gibi, bugünün göbeği büyümüş garson amcası; bıkmadan usanmadan gelip, ‘Siz şu kadarcıktınız, gelirdiniz...’
Böyle yerlerin bir güzelliği, nasıl olmuşsa kalmış olmaları. Yoksa aşk benim neyime. Zaten aşk dediğin, siyanürle altın çıkartmaktan başka bir şey değil. İki gram pırıltı için, çevreyi berbat ediyorsun.
***
Bu yazı, 30 Ağustos 1997’de sepsevgili dostum Aytekin Hatipoğlu tarafından kaleme alınmıştı. Benim için çok kıymetli bir metindir. Dün -kimden geldiği bana kalsın- bir mektup aldım ve sevinçten ağladım. Arayıp tarayıp Ayto’nun yazısını buldum ve affına sığınarak, tekrar andım.
Not: Ayto’cuğum be, özleştik; tez elden bi’ şu bizime gitsek ya?..