Tutumluluğuyla dillere destan rahmetli Vehbi Koç’u hatırlatan bir hayat tarzı var Kamprad’ın. "Yeni sayılır" diye andığı 15 yıllık bir Volvo kullanıyor, meyve ve sebzeyi daha ucuza satıldığı için öğleden sonra satın alıyor, seyahat ederken business class uçmuyor, taksiye binmiyor, kendi otomobilini kullanmıyorsa toplu taşımacılık hizmetlerinden faydalanıyor, emekli kartıyla indirimlerden yararlanıyor, káğıtların her iki yüzünü de kullanıyor, berbere gitmeyip saçlarını eşi Margaretha’ya kestiriyor.
BU KADAR DA KASMA BE AMCACIĞIMHoş, bunlara "zenginlik tüyoları" demek ne derece doğrudur bilemiyorum. Zira Kamprad gibi yaşayan milyarlarca insan var olmasına var ama üç kuruş kazanınca, yani yoklukta, tutumluluk zaten bir zaruret. Business class uçmamakla Kamprad olunsaydı, şimdilerde uçak bileti fiyatlarının 9 YTL’lere kadar düşmesi söz konusu, her mahallede de ne, az gelişmiş ülkelerin her sokağından bile bir "milyoner" çıkması lázımdı.
Tamam biliyoruz, önemli olan, parlak bir fikir üretip, yolunu bulup, buna rağmen tutumlu olmak... Yine de bu gibi hayat hikáyelerini, Allah biliyor ya, pek de öyle takdirle karşılamıyor benim bünye. Tamam, israf günahtır, sokağa atılan her lokmada Etiyopya’daki çocukları düşünmek lázımdır ama bu kadar da kasma be amcacığım; di mi ama? Gelmişsin 80 yaşına, arada bir hayatın anasını satıp hovardalığa çıkıver yani.
Neyse ya, benim takıldığım şey başka... Geçtiğimiz ay, annemle babam buradayken, evin darmaduman hállerini toplamaya giriştik biraz. Pederin altında araba var, bir pazar sabahı bastık, IKEA’ya gittik. Zira 16 sene içinde değiştirdiğim 11 evde, kitapların kolileri hiç açılmadan beş-altı ev dolaşmışlığı filan vardır. Bilmem kaç senelik kitap rafı mevzuunu hálledeceğiz. Bunun için de İsveç aklından ve Kamprad tutumluluğundan feyz alacağız güya...
Bilenler bilmeyenlere anlatsın: IKEA’da müşteriler, alışveriş yaparken ne kadar kendi göbeklerini kendileri kesebiliyorlarsa, o kadar tasarruf edebiliyorlar.
Mobilyaların modüllerini elinizdeki sipariş broşürümsüsüne kaydediyor, gidiyor raflardan çıkarıp bir alışveriş arabasına yığıyor, hatta becerebilirseniz, çok büyük parçalar söz konusu değilse, nakil işini kendi aracınızla kotarıyor ve becerikli biriyseniz montajı da kendiniz hállediyorsunuz.
Bizim kitaplık, dört kişi de gitmiş olduğumuzdan otomobile sığacak gibi değildi. Dolayısıyla haddimizi bildik ve nakliyat-montaj işini IKEA’nın elemanlarına bıraktık. İyi halt ettik...
Üç günün sonunda, ortalıkta; "Ben anladım abi, askerliği bilemeyeceğim ama IKEA’da mantık yokmuş" diye söylenerek dolanmaya başladım.
BURUN DELİKLERİM BASKET TOPU GİBİBeni bilenler bilir; bizim peder benden de tahammülsüz, öfkesi burnunda bir telaşe müdürüdür. Pazar gününü IKEA’da, o beni azdırmasın diye ayrı bir köşede, ben onu azdırmayayım diye ayrı bir köşede, birbirimize görünmemeye çalışarak, dert anlatabileceğimiz bir yetkili arayarak, bulamayarak, dolayısıyla etrafa çemkirerek geçirdik. Hatırlamak bile beynime kan sıçramasına neden oluyor. Dolayısıyla bütün hikáyeyi anlatmayayım, küçük bir örnek vereyim, siz pay biçin:
Kitaplığın montaj günü, perşembe akşamüstü dörde doğru, IKEA’nın elemanının güya kontrol ederek teker teker bilgisayara kaydettiği parçalardan birinin kutularda olmadığı ortaya çıktı. Zira parçaları bilgisayara girerken, bilgisayarlarda sorun olduğu iddiasıyla silbaştan 30 ayrı kayıt yapan, her seferinde "Bakın bir hata olmasın, iyice kontrol ettiniz değil mi?" diye sorduğumuz eleman, tabii ki "küçük" bir detayı atlamış!
Rafların sağlam durmasını sağlayan, arkadan monte edilen, yedi adet ince çubuk... Beher adedi 2 YTL. Toplamı 14 YTL. Gelin görün ki, onların olmaması, yok nakliyat, yok montaj ekibi derken, zaten gelene kadar bin dereden su getiren ünitenin kurulmasını imkánsız kılıyor.
Ben bu arada, suratım pembeden koyu mora doğru degradeli bir renge kesmiş, burun deliklerim basket topu çapına ulaşmış, müşteri hizmetleriyle "konuşuyorum."
Diyorlar ki "Politikamıza göre, göndermemiz imkánsız... Bugün parayı yatırın, daha sonra kargoya veririz. Yarın marın, bir şeyler ayarlamaya çalışırız."
"Yahu bu sizin hatanız," diyorum; "bir daha, gebertseniz, montaj ekibi filan bekleyemem. Ne gerekiyorsa, yapmak boynunuzun borcudur. Bu arkadaşlar bu kitaplığı dikmeden bu evden çıkmayacak. Gerekirse kapıya barikat kurarım."
ASABIN YIPRANMA BEDELİ NE OLACAKYarım saatlik tartışmanın sonunda iş şuna bağlandı: 15 YTL’lik meblağı saat 3.30’u geçtiği için telefon havalesiyle yatırmak mümkün olmadı. Ben bankaların kapanmasına beş kala kendimi hesap numarası verdikleri bankanın ayrı bir şubesine attım. Söz konusu şubeye gitmeye vakit olmadığı için, 15 YTL’lik ödemeye 18 YTL de havale parası bayıldım. Sonra onlar, o kıçıkırık yedi çubuğu, moto-kuryeyle, ödemeli olarak yolladılar. Ona da ayrıca 35 YTL çıktık.
Onların hatası yüzünden, 15 YTL ödemem gereken yüzün astarı, 68 papele patladı. Hadi o bir yana; asabın yıpranma bedelinin ederi yok.
Bu olayları müteakip birkaç gün boyunca ayaklı hezeyan abidesi gibi dolanıp söylenirken, birçok IKEA mağdurundan ayrı hikáyeler dinledim. Biz yine iyiymişiz; birçok evde, oturup sinirinden ağlayanlar olmuş.
Diyeceğim o ki, Kamprad’ın zenginlik tüyolarını yiyeyim; onun tasarrufu şiar edinmiş markası sağolsun, biz iflas edeceğiz. Hani tamam, bir kurye parası insanın ocağına incir dikmeyebilir de sinirlerimiz iflas etti.
Fakat yemin etseler başları da ağrımaz bir yandan; yan sektörleri de besleyen, pek paylaşımcı bir kuruluş. Nakliyatı ayrı, havale parasından nemalanan bankası ayrı, kuryesi ayrı... Yok yere şahane istihdam yaratıyorlar.