27 Ocak 2005
Sinirlerim laçka...<br><br>Bizim hayvan tayfası (Ki dört kişilik bir sosyopat grubudur; otomobil markası olsaydılar, Öküz’ün Quatro modeli denebilirdi...) toptan sigarayı bıraktı. Şimdi bu, ilerki satırlarda Atos, Portos, Aramis ve Dartanyan; pardon, Takoz, Hırtos, Ohamis ve Daraltyan şeklinde anılacak dörtlüyü, tanımlamak için... Nasıl desem?..
Bir şey diyemedim, dolayısıyla kelimeler kifayetsizdir deyip konunun bu kısmını kapatalım.
‘Sigarayı bırakan başkası, senin asabını niye geriyor bu durum?’ diye sorabilirsiniz tabii.
Biraz hasetimden, çokça hırsımdan ve en çok da paniğimden sigarayı günde üç buçuk pakete çıkardım desem?!.
***
Lütfen yani; hayatını itlik kopukluk mesaisine adamış dört adamdan söz ediyoruz burada.
Sigarayı şehvetle çiğ çig yiyen, müptezel álemlerinin göbek deliğinden geçmiş dört tipitipten...
(Beni zerafete davet edecek olanlar için özel not: Onlar müptezel başta olmak üzere, bu lafları şirin komplimanlar olarak alacaklardır.)
Yılbaşı gecesi, bizim meşhur dörtlünün ikisi, Takoz ve Hırtos, sigarayı bırakmaya karar verdi.
Háliyle ağır dalga geçtik. Yılbaşı kararları alan kikirik ruhların kokuşmuşluğundan girdik, mevzuyu ‘Siz sigarayı bırakın, arkanızdan gelmeyen ne olsun; gerekirse seksi bile bırakacağız’a kadar vardırdık.
Hırtos, mevzubahis şey sigaraysa, grubun en azılısı... Üç hafta öncesine kadar günde dört paket sigara içiyor, üstüne bir pakete yakın da sağdan soldan otlanıyordu.
Önümüzdeki günlerde havuzlu bir fitness merkezinde spora başlamaya hazırlanıyor.
***
Bu yola baş koyduğunu iddia eden ilk iki elemanın bunu becerebileceğine başlarda katiyetle ihtimal vermeyen, grubun en çakal elemanı Ohamis; ‘Siz bu işin altından kalkın, ben de bundan böyle köpeklerle daha yakın münasebet kuracağım’ demiş bulundu.
Yakın münasebet derken, eklemeden geçemeyeceğim: Bu adamlar herhangi bir şeklide münasebetten bahsediyorlarsa, konunun içinden illa ki cinsellik geçiyordur!
Mahşerin dört hıyarının üç silahşörü, aynı sitede oturuyor. Ve o sitede, tek gözü kör bir karabaş takılıyor.
O gün itibarıyla, bizim çakal Ohamis’in, fotoğraflarını et suyuna bandırıp köpeğe yalatmaya başladılar!
E, bakmayın siz onun öyle Irak cephelerinden gelip Güney Asya’ya afet bölgelerine giden yaman bir foto-muhabir olmasına; çakal makal, yine de bünyesi tırstı háliyle.
Söz verdiği tarihte, elindeki sigarayı, koru etini yakıyormuşçasına fırlattı attı ve sanki daha önce hiç sigara içmişliği yokmuş gibi...
Bugün baktım ki ne göreyim? Tayfanın dördüncü elemanının elinde siyah bir tespih, şakır şakır sallamakta! Güvendiğim son kale de yıkıldı. Neymiş, tayfaya hıyanet delikanlının kitabında yazmazmış!
Ben; ‘Şunun şurasında üç adet dingile ihanet etmişsin çok mu? Davaya ihanet ne olacak? Sigaranın haysiyetini kim kurtaracak?’ dilleri döküyorum.
Gözlerini suratıma dikmiş, keh küh gülerek, tespihini sallıyor.
***
Hayır, işin en gıcık tarafı şu ki adamların hayatında bir gün öncesinden bir gün sonrasına sanki hiçbir şey değişmedi.
Öyle güleş oynaş muhabbetlerine devam ediyor, gündüzleri höpürdete höpürdete çaylarını, kahvelerini, akşamları bara inip içkilerini içiyorlar.
Ben habire bunları birbirlerine düşürmeye çalışıyorum.
Zira bünyede mebzul miktarda kezzap gibi agresyon, bir yerlerde nükleer santral gibi seri şekilde patlamaya hazır öfke nöbetleri olması gerek.
Üç artı-iki eksi, 40 yaş civarlarında dolanan ve ergenlik dönemlerinden beri baca gibi tüten dört kel tiryakiden söz ediyoruz.
Ne bileyim, bir nebze suratın asılsın, ona buna hırla, bir şey yap değil mi? Yok...
Bu metni uzay boşluğuna doğru tüten bir hezeyan olarak alan okura yerden göğe kadar hak veririm.
Fakat, mevzu hakikaten mühim. Dolayısıyla çok haz ettiğim bir şey olmamasına rağmen, bu konuya yarın bıraktığım yerden devam edeceğim.
Anlayışınıza sığınarak ve benim böyle gergef gibi gerilmeme, haklı paniğime hak verirsiniz diye umarak: Kalınız sağlıcakla...
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2005
Bana can sıkıntısını üç harfle özetle deseler, rahatlıkla CHP diyebilirim. Herhálde tarih, bunun gibi itinayla murdar edilen bir ikinci parti yazmamıştır.
Baykal’dı, Sarıgül’dü derken, şimdi de huzurumuza Zülfü Livaneli geliyor ki partide bulaşıcı bir virüs filan dolanıyor olsa gerek; kendilerine pek yakıştıramadığımız fena bir belágata sardırmışlar.
Zihnimizi bulandırıyorlar.
Siyasete soyunan herkes gibi, Zülfü Livaneli de kendisi için bir şey istiyorsa namert. Maksat parti kurtulsun: ‘Ben iyi-kötü olacağımı zaten olmuşum. Bana Zülfü Livaneli olmak yetiyor.’
Kendileriyle Belediye Başkanlığı seçimlerine aday olup kaybettiği dönemde ben de bir röportaj gerçekleştirmiştim.
O zamanlar, siyaseti, bir yanardağ ağzı olarak nitelendiriyordu, göreceğini, yani kapısını aralayıp cehennemin neye benzediğini gördüğünü, bir daha kesinlikle başına böyle bir şey gelmesini istemediğini söylüyordu.
Ama ah işte, demek ki sosyal demokrasinin geleceği söz konusu oldu mu, kahramanın tövbesi tutmuyor.
Zülfü Livaneli’nin, Sabah’tan Şirin Sever’e verdiği ‘Hedefim yeni zihniyet projesi’ başlığı altındaki röportajın, özellikle uyuzumuzu kaşıyan bölümüne buyrun:
n Herkesin adaylık noktasında bir iddiası var. Siz neyinize güvenerek aday oluyorsunuz diye sorabilir miyim?
- Ben böyle bir işe talip olup ‘Beni destekleyin’ diye arayışa girmedim. Partide şu anda çok kuvvetli bir milletvekili grubuyla yaptığımız toplantı sonucunda bu sorumluluk ortaya çıktı. Bizim güvendiğimiz şey şu: Bir kere bütün arkadaşlarım ve ben belli ilkelere güveniyoruz. Bu ilkeler açık, sağlıklı, düzgün bir politika yapmak ve parti kamuoyunun önüne çok net ilkelerle çıkmak. Hiçbir kargaşanın da, ittifak arayışının da içinde değiliz. Dolayısıyla bu partide değişim isteyen insanların bu değişim talebine cevap verebileceğimizi düşünüyoruz. Çünkü kitlelerle partinin barışması bizim yardımımızla olabilir. Çok büyük kitleleri 30 yıldır Türkiye’de temsil ediyorum. Ankara Hipodromu’nda yarım milyon kişiyi bir arada görmüş bir insanım.
n Müzik etrafında birleşmek bununla aynı şey midir?
- Aynı şey! Çünkü benim konserlerim bir müzik eğlencesi değildi.
Diyeceksiniz ki bana da yaranılmıyor. Akım dendiğinde kakam anlıyorum. Valla bilemeyeceğim, kimi konularda beni satır araları, satırlardan çok daha fazla ilgilendiriyor.
Burada kim aşağılanıyor biri bana izah edebilir mi?
Zülfü Livaneli’yi bir müzisyen olarak ciddiye alan dinleyici kitlesi mi yoksa ‘eğlencelik’ niyetine konser veren diğer müzisyenler mi?
Kaldı ki bu konudan bahsederken, ulu manitu, bilen bayan A.’in pek isabetli bir şekilde sorduğu gibi: Bu milletin eğlence kültürüyle derdi ne abi?
Meselá bir Zülfü Livaneli bestesi olan Belalım, kime ithafen yazılmıştır? Mustafa Sarıgül’e mi?
Ben artık kendi adıma Zülfü Livaneli’yi aynı duyguyla dinleyebileceğimi zannetmiyorum.
Zira benim için Zülfü Livaneli’nin müzisyenliğinin eğlenceli bölümü bitti diyebilirim.
Yine benim için onun bittiği yerde politikacılığının başlayacağını da hiç zannetmiyorum.
Sizi SMS ile mi seçtiler Sayın Milletvekili?
AKP Eskişehir Milletvekili Fahri Keskin’e bir sorum olacak: Sayın Milletvekili, pardon da sizin işiniz gücünüz yok mu?
Bu ne ya? Hayat bizimle dalga geçmekten hiç bıkmayacak mı?
Efendim, bildiğiniz gibi Tülin-Caner ikilisinin Tülin’i, Tülin Koca, derin depresyona girdiği için 10 küsur gün, Eskişehir SSK’nın psikiyatri servisinde tedavi gördü.
Fakat o bizim gelinimiz, çeyiziydi, gerdeğiydi, bizi gerdi ya, kızımızı elbette rahat bırakmayacağız.
O nasıl bir psikiyatri servisiyse artık, yol geçen hanı gibi, gazeteciler televizyoncular fink atıyor.
Böyle medyumu bol bir hastaneye bir de milletvekili kamber yakışır tabii.
Hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan Fahri Keskin, yemiyor içmiyor, bu şerefli görevi üstleniyor ve Tülin’e hastanede geçmiş olsun ziyaretinde bulunuyor.
Ve bilin bakalım ne diyor?: ‘Caner’le aranız nasıl, artık bir araya gelecek misiniz? Bunu artık bitirin. Tüm Türkiye merakla bekliyor.’
Bu arada benim zavallı gözlerim, o milletvekilini oradan sopayla kovalayacak aklıselim sahibi bir doktoru nafile arıyor.
Nasıl yani ya? Ne demek ‘Bu işi bitirin?’
Kız bu meseleden kafayı yemiş, hastaneye düşmüş. Milletvekili emriyle mi evlenecek?
Ayrıca hakikaten, sizi de SMS mesajıyla filan mı seçtiler? Kuşum Aydın’ın programına da katılmayı düşünüyor musunuz? Ya da ne bileyim, Caner’le Tülin’in evlenmesi için TBMM’ye bir önerge filan sunmayı?..
Valla yakında ben de kafayı sıyıracağım, o olacak.
Hayır, hastaneye yatacak olursam, bir koluna Özlem Yıldız’ı öbür koluna Kuşum Aydın’ı takmış bir milletvekili (Allah bilir bir de benim kara bahtıma Mustafa Sarıgül filan düşer!) ziyaret eder, elimi kana bularım, elektroşoka filan maruz kalırım diye korkuyorum.
Yazının Devamını Oku 22 Ocak 2005
Sevgili günlük;<br><br>Bugün Kurban Bayramı’nın ilk günü. Biz tabii, bayramda çalışan insanlar olarak, hayat tarafından cezalandırılıyoruz. Binanın bizim blokta bulunan yemekhanesi ve bar kapalı. Yetmiyormuş gibi, civardaki her türlü lahmacuncu, köfteci, ıvır kıvırcı filanlar da kapalı.
Kalkıp diğer bloktaki kafeteryaya gidip zıkkımlandık, döndük. (Ben buradan, Aydın Doğan’ın vicdanını bayramdan sonra şık bir restoranda yemeğe davet etmek istiyorum mümkünse.)
Hoş, zaten pek iştahımız da yok. İşe gelirken Balat yolunda kan tuttu. Her ağaçtan bir but sarkar mı, sarkıyor abi...
Ben ki et gördü mü sığır budu sıyıran Erol Taş’a dönüşen bir insanım, bir hafta kadar ot yiyebilirim yani.
Neyse işte...
Oturdum, kendime bir güzellik yapayım dedim, bilgisayarın diskine Işın Karaca’nın albümünü yerleştirdim.
Dinledikçe sevilen albümlerden İçinde Aşk Var.
Işın Karaca’nın kendisi gibi, baktıkça güzelleşiyor. Güzelleştikçe insanın daha da, daha da bakası geliyor.
Karaca, o zenci gırtlağıyla şarkılarını söyledikçe, en kahır makamından çalanı bile insanın içini aydınlatıyor.
İşe gelmeden önce, evde, Power Türk’te Karaca’nın, albümün çıkış şarkısı olarak seçtiği Yetinmeyi Bilir Misin?’in klip arkası görüntülerini izledim.
Sanırım, bu hayattan olamamış bir ergen olarak göçeceğim.
Niye tanışsak Işın Karaca’yla süper arkadaş olurmuşuz gibi bir hisse sahibim, biri bana açıklasın istiyorum.
Bu nedir yani? Şu TV şöhreti gördü mü ‘Ay canım benim’ hezeyanı geçiren saçma salak hálet-i ruhiye insanı ne zaman terk eder?
Hayır, sabah programlarına katılan yaşını başını almış nörotik kadınları izlediğimde eni konu korkuyorum.
Büyüyünce onlara benzemem hálinde beni bir yerlere kapatmaları için yakın dostlarıma imzalı bir belge filan mı versem şimdiden, ne yapsam?
Günlükçüğüm, iki gözüm, Işın Karaca’nın şarkısı çok güzel; bildiğin gibi değil.
Bunda şaşırtıcı bir yan da yok esasında; sözler Sezen Aksu’ya ait diyeyim, sen anla yani. (Müzik soyismini öğrenmeye vakıf olamadığımız Serkan adlı bir beyefendiye ait.):
‘Yetinmeyi bilir misin / Sana verdiği kadarıyla hayatın? / Hoş, bilsen de bilmesen de / Yara bere içinde bu yollardan geçeceksin. / Kazanmayı isterdim, kaybetmeyi değil / Ama olmadı yar / Kendini kayırıyor her insan önce / Bu yüzden aşka kıyar. / Giderim, alışığım gitmelere / Direndi bu can ne bitmelere / Giderim, alışığım gitmelere / Gerek yok isyan etmelere.’
Bir şarkının içinden gitmeler geçmesin zaten, bendenizin aklı da gidigidiveriyor.
Klip de şahane. Tam benim gibi şizofrenlere hitap ediyor.
Bir aynanın iki yanında, birbirinden farklı iki Işın Karaca...
Birisi sepyalar basmış ‘eski kokan’ bir otel odasında (Klip arkası programında, dekor için Çukurcuma’daki antikacıların hallaç pamuğu gibi atıldığını öğrendik.), saçı başı dağılmış, manitayı terk etmeye hazırlanan bir kadın.
Diğer yanda, gözlerinin içi gülen, masmavi bir kadın; saçı çiçekler açmış.
Aşkın iki farklı yüzünü göstermeye çalışmışlar.
Valla aşk söz konusuysa, o aynaları da karşılıklı aynaların içine oturtmak mümkün olabilir, hatta olmalı diye düşünmeden edemiyorum.
Sonsuzluğa uzanan ben içinde ben içinde ben içinde ben içinden ben’ler...
Bir tarafı cinayete, bir tarafı intihara meyyal... Bir yanıyla Hitler, bir yanıyla Kurt Cobain... Bir yanıyla Gandi, bir yanıyla Rahibe Theresa... Bir yanıyla Semra’anım, bir yanıyla Sinem... (Ay, şimdi fena oldum; oralara kadar gitmese miydik ne?!.)
Bu aralar, ruh hálim yine pek tekin sularda gezinmiyor günlük kardeş.
Aşık olup, her türlü saçmalık için bir bahane jokeri mi edinsem diye düşünüyorum.
Gel gör ki öyle taammüden aşık olunamıyor be günlük.
Hem siyah-beyaz Işın Karaca’ya bakıyorum da, bünye öyle hırpalayıcı bir durumu kaldırmaya çok da müsait mi bilemiyorum.
Benim daha ziyade gidesim var galiba.
Gelmeden gitmek niye mümkün olamıyor günlük?
Ayrıca neden hiçbir soruma cevap vermiyorsun günlük?
Konuş lan, konuş dedim, adi günlük.
Sevgili günlük, sayende neden günlük tutmayı bıraktığımı hatırladım. Muhabbetin fazla yavan.
Ben müsaadenle, soru sorduğumda cevap alabileceğim birileriyle buluşmaya gidiyorum. Hadi kal sağlıcakla.
Salak günlük!
Yazının Devamını Oku 21 Ocak 2005
Şakası yok: Önümüzdeki günlerde bir Fethullah Gülen tefrikası daha yayınlanmaya başlarsa, kendilerinin ağlak suratını görmeyeceğim güne kadar gazete perhizine girmeyi düşünüyorum. Vaktiyle opsiyonel olan din derslerini müfredata mecburi ders olarak koyduğu için Kenan Evren’in direkt cennete gideceğini öngörmüş ya kendileri...
Eğer cennetin kapısında bilet kesmek, ‘hezeyanlardan hezeyan beğen Gülen’e kaldıysa, ben arafta bir yerlerde ikámet etmeyi tercih ediyorum.
Fethullah Gülen’le Kenan Evren’in, yanlarına Bülent Ecevit’i de alarak üç-beş-sekiz oynadığı bir cenneti almayayım yani...
Ortam cennet; manzara dantel oyası gibi işli ve içli mi içli:
Bir gözü yaşlı cemaat lideri, bir darbe emeklisi ressam, bir inatçı şair... Mahşerin sac ayağı, oturmuş iskambil oynamaktadır...
Tam bu noktada sahneye, elinde çay tepsisiyle Rahşan Ecevit girer, masadaki oyun king’e döner...
Oyunun ‘son iki el almaz’ turu dönerken, Evren ile Rahşan tartışmaya başlarlar.
Rahşan Ecevit- Paşam, yatın kalkın Fethullah Hoca’mıza dua edin. Hoş, zaten buralara kadar geldiğinize göre, artık dua etmenize gerek kalmadı sayılır ama?.. Yine de yani, ben olsaydım dünyevi hayatımı sürerken öyle ‘asmayalım da besleyelim mi’ şeysine girmezdim. Bakın biz iktidardayken, şahane bir af çıkardık. Nice soyguncuları, gaspçıları, katilleri sokağa saldık. Herkes bir ikinci şansı hak eder. Di mi Bülent? Böyle konuştuğum zamanlarda başını salla demedim mi ben sana!?
Bülent Ecevit- Sallıyorum Rahşanım...
Rahşan Ecevit- Kıtır atma! O senin standart titremen. Başını fark edilir bir şekilde öne arkaya sallayacaksın. Aradaki fark fark edilecek! Yaşarken, ORAN’daki evde çalışmıştık ya!
Kenan Evren- Aşkolsun Rahşan Hanım! Biz kimlere ne şanslar tanıdık! Daha geçenlerde Süleyman’la şurda okey çevirmedik mi? Biz orda rüştünü ispat etmemiş solcu keratalardan bahsediyorduk netekim.
Rahşan Ecevit- Ha, tamam...
Kenan Evren- Ayrıca pardon da?.. Siz bir ara iktidar oldunuz da ben mi kaçırdım? Farkı fark edememiş olsam gerek netekim?
Bülent Ecevit- Rahşanım, bak son üç el dönüyor. Bende iki adet ikili kaldı ama sen yenilme diye istersen benim káğıtları senin as ve papazınla değiştirebilirim. Ha yapalım mı öyle?..
Rahşan Ecevit- Ben sana kaç kere öyle göstere göstere hile yapma demedim mi Bülent? Bak gördün mü, yine Fethullah Hoca’mızı ağlattın!
Fethullah Gülen- Yok, ondan değil Rahşan Hanım. Aranızdaki bu güzel karı-koca muhabbetinden dolayı hislendim de... Şimdi geçer...
Kenan Evren- Ya, Hoca, hani bizim Hande Ataizi’ni benim huri kadrosuna yazdıracaktın? Hani şurdaki elma ağacının dibinde nü için poz verecekti? Hani her şey sanat içindi; dünyayı benim tablolar ve darbeler, cenneti güzellik kurtaracaktı?
Fethullah Gülen- Hörk, hıck!
Kenan Evren- Yav, adam yine katıldı kaldı. Ben bunu oyuna almayalım, zırlayıp duruyor demiştim netekim. İskambil káğıtlarını gözyaşından turnusole döndürdü yav. Elimdeki káğıt, üçlü müdür sekizli midir, kız mıdır vale midir anlayamaz oldum yav!
Bülent Ecevit- Paşa niye kızdı Rahşanım?.. İçeri almayacaklar bizi di mi Rahşanım?
Rahşan Ecevit- Sus dedim Bülent. Fethullah Hoca sağolsun, cennete geldik. Her yer dışarsı; içersi mi kalmış ayol?!
Cennet böyle bir şeymiş mesela! Aman derim, ne anladık öyle ebedi istirahatten?..
Şimdi duyargaları hassas okur, muhtemelen kızacaktır. Kızınız efendim; günahı boynuma.
En kötü hálükárda, en yüksek rakımlı mercide ikámet eden yüce varlık cezamı keser, cehenneme giderim. Fethullah Gülen’in öngörüsü doğru çıkacak olursa, en azından malûm dörtlüden uzak bir ortamda, kafamı dinlerim.
Bunun için bile değer; cezam neyse çekerim.
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2005
Benim gibi kronolojisi şaşkın, zaman mefhumu yitik biri, üstüne bir de ‘ekçi’ olmayagörsün, durum iyiden iyiye sarpa sarabiliyor. Gazetelerin ekleri erken basıldığı için bizim takvimimiz biraz önden koşuyor biliyorsunuz.
Sizin okuduğunuz yazıları, biz genelde iki, hatta bazen özel durumlardan dolayı program daha da öne çekilmiş olursa, üç-dört gün evvelden yazıyoruz.
Duyargalarım, ‘özel günler’ söz konusuysa, zaten ‘biraz’ nasırlıdır.
Birkaç hafta önce bir arkadaşa, hani olur a işler de erken biterse hesabına, cuma gecesi için randevu verdim.
‘Çok zarifsin de... Emin misin?’ diye sordu; ‘Ben geceyarısına kadar annemlerle birlikte olmaya söz verdim. Sonra da bilmem kimlerin partisine gideceğim.’
Bir lahza durakladı ve garip bir ifadeyle suratıma baktı: ‘İstersen sen de gel?..’
Hafiften de acırmış gibi bir hállerde yani...
Hissediyorum; anlam veremiyorum: ‘Ne işim var senin annenlerde canım, saçmalama?..’
Meğer o cuma, yılbaşı gecesiymiş! Biliyordum da silmişim bir şekilde. Ben zannediyorum ki ‘cumalardan bir cuma işte...’
‘A, yok be, gelemem o zaman; yılbaşıysa benim de bilmem kimlerle buluşmam lázım’ dedim.
Önce bir tertip; ‘A ne güzel!’ diye benim adıma sevindi.
Neden sonra kendini toparlama gereği duydu ve ‘E yani, háliyle’ dedi.
Öylesi ‘özel gün’lerde birilerinin çöpsüz üzüm misali kalakalmasına belli ki yüreği dayanmıyor...
Bugün oturmuş yüz küsur sanatçının katılımıyla Güney Asya depremzedeleri yararına gerçekleştirilen ve ne yazık ki büyük bir hayalkırıklığıyla sonuçlanan konser üzerine bir yazı döşenmiştim.
Biraz -demeyelim, eni konu- bet bir terennüm tutturmuş olsam gerek.
Benim ekrana yanlışlıkla gözü değen bir arkadaş uyarma gereği hissetti:
‘Perşembe, bayramın ilk günü. Yine sen bilirsin ama biraz daha aydınlık bir şeyler yazsan?’
‘Tabii ya’ dedim, ‘tabii ya... Doğru ya; bayram...’
Sonra dosyayı sildim, bayram başlığı altında yeni bir dosya açtım ve bembeyaz ekrana mel mel bakmaya başladım.
Nedir?..
Hayatım boyunca geceden yeni kırmızı pabuçlarıma sarılıp uyuduğum bir bayram anım olmadı benim.
Çocukken bile kırmızı rugan pabuçları sevmedim.
Kesinlikle giymezdim; hatta o zamanlar giyeni de sevmezdim...
Tamam, biz de bayramda annesi tarafından süslenip püslenen çocuklardık. Valide Sultan, bu konuda gereği neyse yerine getirirdi.
Ve ben genellikle o günün en az yarısını, niyeyse illa etek giymek zorunda kaldığım ve annem saçımı topuz mopuz yaptığı için beş karış suratla geçirirdim.
Dedemin gül ve yasemin kokulu evinde, kıçımda kot pantolonumla ve yeğenim Engin’le koşuşturduğumuz aleláde bir günü, bayram günlerine tercih ederdim.
Engin’i 18 yaşında kaybettik. Trafik kazasında...
Ben galiba ondan sonra hiçbir zaman, o en sıkıldığı anda bile içi gülen çocuk olamadım.
Sonra dedeler de göçtü. Hem anne hem de baba tarafından sülalenin toplaştığı bayramlar, puslu birer anıya dönüştü.
Yine de her bayram, gurbette yalnız düştüklerimde bile, ‘çöpsüz üzüm’ olmadığımı düşünüp, Allahım’a şükrettim.
Bu yıl da şükrediyorum ya nedense bir yanımla şükretmeye bile utanıyorum.
Şimdi, bu, nasıl bir bayram yazısı oldu, bana sormayın.
Ben yazmış olabilirim ama hiçbir fikrim yok.
Zihin bir kez kitlenmeyegörsün, sabite bağlıyor.
Benim aklım hálá, pazar günü düzenlenen konserde.
Kurbanlıklarınızın derilerini mesela THY’ye bağışlayıp, hayırlı insan olmak adına senelik kotanızı doldurduğunuzu düşünüp, rahatlayacak mısınız?
Bunu yapabilecek misiniz?..
Onca kara üzüm gözlü çocuk kırılıyor Asya’nın bir yerinde. Onlar da insan evladı ve saçma gelebilir ama artık bunu bile kullanacağım yani; büyük bir çoğunluğu din kardeşiniz?..
Güney Asya’da salkımından dökülmüş on binlerce üzüm gözlü çöpsüz üzüm, açlıkla ve hastalıkla boğuşuyor.
Hani unutmayı tercih ediyor olabilirsiniz ama yine de aklınızda bulunsun.
Kurban Bayramı’nız kutlu, naçiz muharrireniz size kurban olsun.
Ve bu pek ‘aydınlık’ bir muhabbet olmadı, olamadıysa kusura kalmayın; o da benim hıyarlığım olsun.
Yazının Devamını Oku 16 Ocak 2005
Perşembe sabahı, tiyatrocu bir arkadaşımın telefonuyla uyandım. O günün Kelebek’i için yazdığım, Ferhan Şensoy’un Dümbüllü’den devraldığı kavuk ile ilgili yazıda yaptığım teknik hataları kafama, kafama, kafama vurdu. Vakt-i zamanında bir konuda kendisiyle dalga geçmişliğim var. Fil kini gütmüş namussuz; acımasızca intikam alıyor. Bir yandan salaklığımı yüzüme vuruyor, bir yandan da gülmekten kırılıyor.
Diyecek lafımız var mı; yok...
Başka bir yerden alıntıladığım bilgileri iki de yetmez, üç-dört yerden doğrulatmalıydım.
Müstehaktır... Tamamen benim hıyarlığım.
Öğlene doğru işe geldim; Ferhan Şensoy aramış. Ne yalan söyleyeyim, bir süre aramak için cesaretimi toplayamadım.
Yetmedi, akşam, Türk tiyatrosunun tartışıldığı Siyaset Meydanı’nda hatamız Müjdat Gezen tarafından ifşa edildi.
Bugün cuma, az önce Ferhan Şensoy ile konuştuk.
Ben selam faslını müteakip bir solukta pazar gününe düzeltme yazısı yazdığımı söyledim. Sonra sustum ve çalışmadığı yerden sözlüye kalkmış ilkokul çocuğu gibi azarlanmayı bekledim.
Şensoy, gayet zarif bir şekilde; ‘Hah,’ dedi ‘tamam o zaman. Benim derdim o. Özellikle genç nesil Dümbüllü’yü tanımıyor. Maksat hata düzeltilsin.’
O an, orada düşeyim, öleyim istedim.
Arkadaşlar, Ferhan Şensoy’un şu anda emanetçisi olduğu kavuk, Komik-i Şerif Hasan Efendi’den Dümbüllü’ye, ondan Özkul’a ve nihayet Şensoy’a geçmiş(tir).
Ve ortaoyuncularına has bir şey(dir).
Mevzunun meddahlıkla alákası yok(tur).
Dümbüllü hiçbir zaman meddahlık yapmamış(tır).
Bu arada meddahların taktığı tuluat fesi, şu anda Müjdat Gezen’de bulunuyormuş ve fesi ona veren de Münir Özkul’muş.
Bizim kindar kanka, bütün hikáyenin kırılma noktasının Münir Özkul olduğunu söylüyor.
Yani Münir Özkul, hayatının bir döneminde her ikisine de sahipmiş. (Bu arada oturup ‘Münir Özkul’u Özlemek’ isminde tuğla kalınlığında bir roman filan döşenmek istiyor deli gönül.)
Ferhan Şensoy’a herhalde emekli filan olmayı düşünmediğini, öyle bir niyeti olmamasını umduğumuzu söylemeye çalıştım ağzımın içinde yuvarladığım kem küm arasında...
Peki ama bu kavuk meselesinin niçin bin yıldır tartışılan bir hadise olduğunu, neden kendisiyle yapılan her röportajda gündeme getirildiğini sorar gibi oldum.
‘Ne bileyim?’ dedi; ‘Kavuk Münir Abi’deyken ona her gün, ne zaman ve kime vereceği sorulmuyordu valla.’
Benim bir fikrim var gibi sanki ama şimdi oturup da pişkin bir edayla uzun uzun anlatmaya ne takatim var ne de yüzüm.
Bilahare görüşürüz diyelim.
Şimdi müsaadenizle bir battaniye bulup, altına kıvrılacağım ve kış uykusu uzunluğunda bir depresyon uykusuna yatacağım.
İrtibat kurmak isteyenler bana artık ebrucapa@depresyonuykusunayatmis-salakkari.com’dan ulaşabilir.
Fenayım yani; lütfen sessizce dağılalım...
Ha, tamam o zaman
Muhabbete bak, hizaya gel! Bilmem kaç gündür ağızdan ağıza dolaşan bir sakız olduğu ve sizin bunu okuduğunuz pazar gününe kadar daha da çiğneneceği için esprisi ve tadı kaçmış leş gibi bir macuna dönüşmüş olabilir ama...
Ama, ama bu nedir ya?..
Efendim, Başbakan Erdoğan, eşine verilen hediyeyle ilgili basına ‘hodri meydan’ demiş.
Efendim, onlar kabul ettikleri her hediyeyi, Mercedes’ten alınan otobüsü, Hyundai’den alınan otomobilleri filan, Başbakanlık hediye defterine kaydediyorlarmış.
Oltaya atlayan basın, sazana gelmiş.
Hem zaten o mücevherlerin bedeli de 30 bin dolar değilmiş bi’kerem, 10 bin dolar küsur imiş.
Ha, tamam o zaman... Görüyor musunuz, 10 bin küsur dolar için koskoca Başbakan’ın günahını aldık.
Sizden espritüel olmasın, Başbakan Erdoğan, o mücevherleri bu konuyla ilgili en yüksek rakamı telaffuz eden gazeteye okutacakmış, ondan aldığı parayı da alıp kayda geçirecekmiş, vakfa filan bağışlayacakmış.
Ama, ah, o kerata basın, hiç sözünde durur muymuş? Durmazmış...
Sizden ağzı bozuk olmasın, ‘Varsa şeyiniz gelin’ diyor.
Valla benim şeyim var ama maalesef 35 bin küsur dolarım yok. Yani bir mücevher markasının basın danışmanlığını yaptığım (!) dönemlerden kalma bir-iki bişi vardı da, Başbakan’ın itirazları medyada yer alınca, yani mevzu kamuoyuna malolunca ne olur ne olmaz deyip, Avantacıları Koruma ve Esirgeme Kurumu’na bağışladım.
Bir dahaki sefere, tamam inşallah...
Yazının Devamını Oku 15 Ocak 2005
Geçenlerde bir arkadaşım -biz onu kabile içinde Gazetecilerin Ayrı Tür Olduğunu Kanıtlamaya Ahdetmiş Siyah Aygır, kısaca GATOKASA (!?) diye analım- yine gazetecilerin ‘ne garip bir insan türü’ olduğundan bahsetmeye başlayınca her zaman yaptığım gibi gözlerimi yuvarladım. ‘Hiç pes etmeyeceksin, değil mi?’ diye pöfürdedim. ‘Bak şurda Sinem’ler oturuyor. Biraz önce Mehmet’le tartıştılar galiba. Karşılıklı öyle susmuş, mal gibi oturuyorlar. Canları sıkılıyordur. Git bir koşu onlara da saçmala; amcalar teyzeler nasıl şirin zırvalıyorsun görsünler.’
Hasta ediyor bu muhabbet beni.
SİZ GAZETECİLER...
‘Siz gazeteciler’ diye başlayan cümlelerden yorgunum; ister ‘Çok renkli, enteresan tiplersiniz, ah ne kadar heyecanlı bir hayatınız var’ diye devam etsin o cümle; ister ‘Nasıl bir yavşak psikopatlar ordususunuz; niye bütün gazeteciler deli?’ diye...
Bütün türler birbirinden ‘ayrı bir tür’dür ya, o bizden nedense, sanki tüm hayvanat álemi bir familya altında toplanmış da biz o bütünden ‘ayrı bir tür’müşüz gibi bahsediyor...
Her meslek grubunun kendince özellikleri, bir acayipliği, bir güzelliği bir heyecanı vardır.
Neden medya, basın ve biz gariban mensupları söz konusu olduğunda, pigmelerden filan öte, E.T.’lerden bahseder gibi konuşuluyor anlamam mümkün değil.
GATOKASA’nın (Bu da kulağa Kızılderili’den ziyade kalas fabrikası ismi gibi geliyor ya neyse...) bu konuda bir argümanı vardır.
Dışarıdan bakınca deli tepkileri veriyormuşuz.
Bu sefer lafa ordan girdi.
‘Deli tepkisi dediğin ne abi?’ diye sordum: ‘Efendi efendi oturmuş kafe latte’mi içiyorum, uslu uslu seni dinliyorum. İki masa ötemizde herifin biri karşısındaki kadının beynini ütmekle meşgûl; üstelik bunu garibimin küpesinden siyasi tahlilini çıkararak yapıyor. Allah aşkına halka küpeden girip kadının aslında faşist olduğu sonucuna varmak nasıl bir şeydir?
Bu arada tam arkandaki málum kusturucu şahıs, kusarcasına böğürerek şiir okuyor.
Köşedeki herifin üzerinde Barış Manço-Zeki Müren karması bir kıyafet var ve karşısındaki orta kademe memuru kılıklı eleman kendi kendine şarkı söylüyor. Üstelik lütfen yani, Stairway to Heaven’ı Türkçe söylüyor.
Ve bütün bunların ortasında, deli tepkileri veren benim? Ben deli tepkileri veriyorum, öyle mi?’
DELİ TEPKİSİ
‘Tam da bundan bahsediyorum’ dedi: ‘Gel de nasıl göründüğüne benim durduğum yerden bir bak. Gözleri fır dönen vantrilog kuklalarına benziyorsun. Şu masaya oturduğumuzdan şarjı şaşmış dedektör gibi etrafı tarıyorsun. Bazen sorularıma abuk sabuk cevaplar veriyorsun çünkü dinlemiyorsun. Ayrıca arada bir kendi kendine bir şeyler mırıldanıyorsun ve ne olduğunu sorduğum zaman telgraf çeker gibi yanıtlıyorsun: ‘Bu, şey, ha şimdi hatırladım, neyse boşver ama gitmişti o di mi?’ ne demek mesela?’
Öyle söyleyince kulağa pek açık gelmiyordu tabii. ‘Ya, şeyi diyordum. Bahçede oturan X var ya, o Y ve Z’lerle birlikte Prag’a gitmişti di mi?’ diye sordum.
‘Hastasın sen’ dedi. ‘İşte sizin tür böyle. Veri manyağı olmuşsunuz. Şu anda beş masa ötedeki telefon muhabbeti seni benim anlattıklarımdan daha çok ilgilendiriyor değil mi?’
ZEYNEP KİM, LEYLA KİM
Düşündüm. ‘Daha çok değil’ dedim, ‘aynı zamanda, diyelim...’
‘Siz laçka olmuşsunuz valla, iletişim ishali bu sizdeki!’
‘A, Zeynep...’ diye lafını kestim; ‘Leyla devam mı? Benim çok zaman oldu da?’
‘Zeynep kim, Leyla kim?’ diye sordu.
‘Boşver’ dedim. ‘Herhalde zaman olmuyordur...’
Zeynep Casalini dönmüştü o sırada köşeden.
Bu aralar klip çekimi benim, röportaj senin televizyon programı benim dolandığı için Cihangir’deki Leyla’da çalışmaya devam edip etmediğini soruyordum esasında.
Zeynep Casalini’nin albümünün adının Nihayet olması şaşırtıcı bir şey değil bildiğiniz gibi.
Deniz Türkali ve Ernesto Casalini’nin kızı, Vedat Türkali’nin torunu, başta Sezen Aksu olmak üzere Asya, Ferda Anıl Yarkın, Sibel Alaş gibi birçok şarkıcının bir zamanlarki vokalisti, 1988’den beri şarkı söyleyen Zeynep Casalini için çok daha uzun zaman önce bir albüm yapmak mümkündü.
Geçenlerde Nihayet’in çıkış parçası olan Ne Yapsam’ın ardından Duvar’a ikinci klibi çektiğini gördüm ve epeyce uzun bir zamandır dışarı çıkmadığımı düşündüm.
Sonra, Zeynep Casalini’yi en son, GATOKASA’nın önündeki kitabın yazarıyla muhabbet ederken gördüğümü düşündüm.
Sonra o yazarın yeni kitabının içindeki bir şiirin kahramanının bir başka tanıdıkla münasebeti üzerine düşündüm.
Sonra bunu bizim kültürazzinin bilip bilmediğini düşündüm.
Sonra Zeynep Casalini’nin albümünü kime verdiğimi düşündüm.
Güzel albüm, yedirmem yani...
Nihayet, Sezen Aksu, Fettah Can, Alper Narman gibi isimlerden destek almış, gayet başarılı bir çalışma.
Her iki klibi de Böcek yapımdan Gürcan Keltek çekmiş.
Her ikisi de Zeynep Casalini’nin farklı mekanlardaki görüntülerinden oluşuyor.
İlkinde, yani söz ve müziği Özlem Kızılkaya’ya ait Ne Yapsam’da mekán, Atatürk Havalimanı’ydı.
Bir Sezen Aksu şarkısı olan Duvar içinse bu aralar dizilerin gösterdiği rağbet de göz önünde bulundurulunca, neredeyse bir açık hava çekim platosuna dönmüş olduğu rahatça söylenebilecek Balat civarları mesken tutulmuş.
‘Balat ne güzel oldu di mi abi?’ diye sordum sonra GATOKASA’ya... Arada bir muhabbete katkıda bulunmak lázım tabii.
‘Ne Balat’ı?’ diye sordu; ‘Balat nerden çıktı şimdi?’
‘Ya eleştiriyoruz meleştiriyoruz ama Büyükşehir hakikaten çalışıyor yani kardeşim.’
Niyeyse kızdı. O sırada o ayrıldığı sevgilisinden bahsediyormuş. ‘Eh artık, çüş!’müş...
Masadan kalktı, ceketini alırken, bir süre herhangi bir gazeteciyle, hele ki benimle, benim ruh hastası olduğumu söylediğinde peki deyip kafamı sallayacağım güne kadar görüşmemeye karar verdiğini söyledi.
Yazının Devamını Oku 14 Ocak 2005
Geçtiğimiz haftanın haberiydi: Time dergisi, kapağını ‘mutluluk’a ayırmış.<br><br>Zira neymiş? Mutluluğun yüzde 50 oranında genlere bağlı olduğu ortaya çıkmış. Arada bir çıkar öyle, şu-bu-o’nun da genlere bağlı olduğu ortaya...
Gen haritası çözüldüğünden beri olayımız bu biliyorsunuz. İnsana dair olan biten ne varsa genetik.Yakında Reha Muhtar’a, Semra’anım’a filan bile akıl erdirmemiz mümkün olacak inşallah; tıp teee oralara kadar ilerledi.
Malûmunuz, ‘Parayla saadet olmaz’, yüzyıllardan beri söylenegelen bir deyiştir. Ama bugüne dek, naif bir kocakarı muhabbeti olarak algılanmaktan kurtulabilmiş, ciddiye alınabilmiş midir?
N’ayır...
Öyle olsaydı, 60’larda ‘her mahalleden bir milyoner çıkacak’ sözüyle peydahlanan, daha doğrusu alenen dile gelen; yıllar geçtikçe ‘bizim mahalleden çıkan milyoner ben olacağım uleeyyynnn’ iddiasındaki insanların artmasıyla tırısa kalkan, 80’lerde F1 pilotlarının süratiyle viraj almaya, köşe dönmeye çalışan ‘yırtma’ hırsı belllki bu denli yırtıcı, bu kadar şuursuz, abesle iştigál bir boyuta varmazdı.
Aman tamam be; bilmişlik taslamayın!
Para=mutsuzluk formülü, pi sayısı gibi sabit bir bilgi olarak önümüze konsa bile insanoğlunun hırsına gem vurulmaz, vurulamaz.
Mutsuzluğa gönüllü insanların oluşturduğu kuyruk, üç aylık peşindeki emeklilerin oluşturduğu kuyruklara rahmet okutur.
Salakça konuştuğumuzu biz de biliyoruz. Şurada iki satır ucuz edebiyat döktürelim diyoruz, bırakmıyorsunuz...
Neyse işte...
Dediğimiz gibi, daha doğrusu bilimadamlarının, daha da doğrusu Minnesota Üniversitesi’nde araştırmayı yürüten David Lykken’in dediği gibi, mutluluğumuzun yüzde 50’si genlere bağlıymış.
Para, evlilik, yaşadığımız coğrafya gibi unsurların tamamı, mutluluğu yalnızca yüzde 8 oranında artırıyormuş.
Yine ABD’deki Illinois Üniversitesi uzmanlarından, -ne demekse, bu nasıl bir titrse?- mutluluk araştırmalarının babası Edward Diener, araştırmalarıyla kişinin temel ihtiyaçları karşılandıktan sonra kazandığı ekstra paranın mutluluğunu artırmadığını kanıtlamış.
Vatan gazetesi, bu haberi küçük bir mutluluk testi eşliğinde vermiş. Beş kısa soru cevaplıyorsunuz. Ve:
Hayatınızdan ‘son derece’, ‘çok’, ‘biraz’ memnunsunuz; nötr; hayatınızdan ‘pek memnun’, ‘memnun’, ‘kesinlikle memnun’ değilsiniz şeklinde sonuç alıyorsunuz.
Ben tam 20 puanla nötr çıktım iyi mi!
Tastamam ortaladım yani! Hayat oyunu eğer dart olsaydı, öküzü gözünden vurmuştuk (bulls eye!) ama mesele mutluluk olunca?.. Nötr?.. Bilemedim...
Kulağa vasattan öte, haysiyetsiz geliyor. Ne uzar ne kısalır, akmaz kokmaz tavşan hayatı...
Tevekkeli her ‘N’aber?’ diye sorana, ‘Ölmüyoruz, gülmüyoruz’ diye yanıt vermeyi huy edinmişim!
Aynı haberde mutlu olmak için sekiz de ipucu vermişler:
1) İyiliklerin hesabını tutun. 2) İyilik yapın. 3) Anı yaşayın. 4) Teşekkür edin. 5) Affetmeyi öğrenin. 6) Sevdiklerinize vakit ayırın. 7) Vücudunuza iyi bakın. 8) Stresle savaşın.
Oldu... Başka?..
Benim naçizane küçük bir itirazım olacak: Bize yapılan iyiliklerin, daha da beteri, yaptığımız iyiliklerin çetelesini tutacaksak, batsın yani bu dünya.
Ne bu, Yimpaş’ın muhasebe defteri mi?!?
Kaldı ki bu durumda üçüncü madde nereye düşüyor? Dakka başı hesap kitap:
Hah, bak şimdi cillop gibi bir iyilik yaptım. İyilik yapmış olmama rağmen karşımdaki dallama bana kötülükle cevap verdi. Hadi onu affedeyim, bu sayede iyilik de yapmış sayılırım; hem ikinci hem de beşinci maddeden iki kere kára geçerim. Tüm bunların hesabını da tuttuğumuza göre, etti mi üç?!.
Eh, bu durumda anı yaşamaktan biraz uzak düştük ama olsun.Saadet yollarında bir verip üç almışız. Tonton mantığına göre kárlı durumdayız...
Affetmeyi öğrenmeye, sevdiklere vakit ayırabilmeye, hele ki stresle savaşma geyiğine değinmiyorum bile!
Hem madem ki mutluluk denen zamazingo genetik?.. Uğraşıp didinmenin ne lüzumu var abi?
Amerikan usûlü saadet de böyle bir şey olsa gerek.
Amerika’yı habire, habire, habire baştan keşfetmek...
Gözümüz aydın, artık bilimsel: Şu bildiğiniz bin yıllık şey: ‘Parayla saadet olmaz’ bilgisi...
Bak şimdi merak ettim: Acaba haberi okumuş olsa Murat Demirel bu konuda ne derdi?
Yazının Devamını Oku