Ebru Çapa

Sorar hayat insana hooop, hemşerim, nereye böyle?

5 Mart 2005
<B>İ</B>lk kez 14 Şubat’ta yayınlandığını biliyorum; ben taze rastladım. Denk getiremedim bir türlü... Nazan Öncel’in Tarkan’la düet yaptığı Nereye Böyle’sinin klibinden bahsediyorum.

Bir ‘al jileti, bilekten başla, şah damarına kadar sür gitsin’ tipi şarkıdır ki yarım milyon kere filan dinlemişimdir.

Her dinleyiş, bir gidenin arkasından bakmak.

Her dinleyiş, kalmak isterken, bir kendine rağmen gitmek.

Her dinleyiş, beyin ve yürek için bir gidip gidip geliş...

Altı şeritli otoban mübarek bünye; üç geliş, üç gidiş...

İnsan, ne çok şey hatırladığına inanamıyor böylesi parça tesirli bomba efekti yaratan şarkılarda.

Alıp eline silgiyi, o lánet belleği bembeyaz bir boşluğa dönüşene kadar silmek...

Ama yapmıyorsun. Bilakis, o hálin üstüne gidiyorsun.

Bilakis, bir obsesif mazohist edasıyla şarkıyı dönüp dönüp bir kez daha dinliyorsun.

Nereye Böyle’yi peş peşe, peş peşe dinlediğim o dönem, geçtiğimiz yaz sonu, kalkıp İzmir’e gitmiştim.

Albümü özellikle yanıma almadım. Bir hálden mola alırcasına...

Çeşme’de telefonum çalmıştı.

Burdan bir dost, bizim kendi aramızda ‘efsunlu’ addettiğimiz bir hálet-i ruhiye içersine girmiş, ‘anlarsın’ mealinden lafa girip, cep telefonundan dinletmişti şarkıyı.

Öyle, o İstanbul’da, ben İzmir’de, hiç konuşmadan, susup onun evde bangır bas çalan şarkıyı dinliyoruz:

Şarkı zaten zihnime nakşolmuş, sürprizli bir yanı yok.

Yine de çıplak ayaklarımla çimenleri eze eze, yere çöküp bir temiz ağlamıştım.

‘Gözümden yaş geldi / İçimden ağlamak / Yüzümden düşen bin parça / Konuşmak lázım konuşmak / Gözlerim dolmuş boşalmış bir kere / Sütten kesilmiş bebek gibiyim / Soruyor musun bakalım nasılsın diye? / Ne biliyorsun, belki iyi değilim bu gece / Anlamadan, dinlemeden / Son sözümü söylemeden / Nereye böyle?’

MERAK ŞARKILARI KİRLETİR, DİYORDU

Nazan Öncel, Kelebek için Mevlüt Tezel’e verdiği röportajda, şarkının hikáyesini anlatmaktan kaçınıyordu. Çok da doğru bir gerekçeyle:

‘Merak şarkıları kirletir’ diyordu; ‘Azzz sonra hikáyelerine dönüştürmek istemiyorum. Sevdiğim birçok şarkı vardır. Hiçbirinin kime hangi koşullarda yazıldığını merak etmeden sadece dinlerim. Daha fazlasına hakkım yoktur diye düşünürüm. Ama o sevilesi şarkılar hayatıma girdiğinde bir şekilde bir duygumun ihtiyacına ilaç olmuştur. O şarkıların kendileri dışında, bir sürü şey bilseydim, aynı bağı kurabilir miydim, bilmiyorum.’

Nereye Böyle’nin klibini Deniz Akel, İstanbul Sanat Merkezi’nde çekmiş.

Nazan Öncel, arada bir kalkıp dolanıyor, sonra oturuyor, yalın ayak, gitarını çalıp şarkısını söylüyor.

Bir örümcek ağının ardından bakıyor...

Pek manidar... Zihin de yürek de zaten onbin yıldır bir örümcek ağına takılmış, sıkıyorsa git.

Sorar hayat insana; ‘Hooop, hemşerim, nereye böyle?’ diye...

Arkadaki bir ekranda, Tarkan, (Bu arada, adamı her gördüğümde tekrar etmekten kendimi alamıyorum. Bu nasıl bir güzelliktir be birader? Maşallah yani.) siyah-beyaz sahneden görüntülerle Nazan Öncel’e eşlik ediyor:

‘Belki ben yatak döşek / Duygularım parça parça / Her günümü, her gecemi / Yaşıyorum iki kişilik / Hálimi sordular, söyledim birilerine / Söylemese miydim acaba? / Soruyor musun bakalım nasılsın diye / Ne biliyorsun, belki iyi değilim bu gece / Anlamadan, dinlemeden / Son sözümü söylemeden / Nereye böyle?’

Bu arada, Nazan Öncel, bu akşam, saat 23.00’de Buzhol’de sahne alacak; İstanbul’da olanların aklında bulunsun.

Ben maalesef çok istediğim hálde orada olamayacağım. Gidiyorum efen’im...

‘Nereye böyle?’ diye soracak olursanız, Allah’ın izniyle NİHAYET Kasım’dan beri gitme gayretinde olduğum ve fakat gitmeye muvaffak olamadığım memlekete.

Nazan Öncel’in de doğduğu yer olan, Karşıyaka’ya, İzmir’e...

Yarından sonra bir süreliğine yokum yani.

Gel-git akıllı muharrireniz bir koşu gidip gelecek; o zamana dek, muhabbetle kalınız efen’im.
Yazının Devamını Oku

Fatih vs. Semra (Alias: Annem bizi ister mi?)

4 Mart 2005
Geçen akşam, gazetenin barında laflarken, konu kameraşehadetindeyaşayangiller programlarına geldi dayandı yine. Bu mevzu üzerine dönen geyik, çiğne çiğne tükenmiyor.

Birincisi, her seferinde garabette el artırıldığı için şaşırmanın sonu gelmiyor.

İkincisi de illá ki her ortamda, durumun vehametine yeni uyanmış bir konu cahili çıkıyor.

Gözleri faltaşına dönmüş bir hálde; ‘Biliyor musunuz vaktiyle dinozorlar varmış’ dercesine; ‘Yav, bu programlar çok acayipmiş’ şeklinde lafa giriyor.

İşte barda otururken de bu model bir arkadaşımız; ‘Şu, Annem Bizi İster Mi, ne acayip bir şey yahu!’ diye lafa girdi.

Biz ağzımızdaki içkileri püskürdük háliyle...

Başlığın altını kafamıza göre döşendik sonra.

Gelin, damat bir olmuşlar, kendilerini valideye beğendirme gayretindeler meselá...

Bu versiyonda kadın, kendi evladını da istemiyormuş meselá...

Kızıydı, oğlanıydı, özetle evlat, sırf anası kendisini sevsin diye, hani belki ‘elektrik’leri tutar da bizim valide arada kaynatıp beni de sever diye, kendine eş aramaya koyulurmuş meselá...

Sonra sonra Semra Hanım’ın bilmem kaç kişinin gözünün önünde, oğlusu Ata’nın nasıl bir gerizekálı, ne derece cibiliyetsiz bir zibidi olduğunu söylediğini, çocuğa nasıl ağız dolusu hakaret ettiğini hatırladık, ve neden olmasın aslında; gayet uygun da düşebilir diye düşündük.

Annem bizi ister mi?..

İyi format valla...

‘Kanalın birine önersek mi ne?’ derken derken...

Rüya gibi bir dönemin geride kalabileceğine dair sinyal çaktı RTÜK.

Kimileri sonradan kaptırdı; ben bu gönüllü teşhirci programlarını teee ilk BBG’den beri izliyorum.

O kadar uzun süre takılınca, bünye kaldırmıyor, arada bir mola almak gerekiyor.

Nitekim bir süredir hiiiç bulaşmıyorum.

Geçenlerde şöyle bir yoklayayım dedim ki o da ne?

Göz açıp kapayıncaya kadar ortam kudurmuş.

Bünyeyi yokladım, yok, hakikaten takip edemiyorum.

Hangisinin kuralı nedir, hangisinde kim neyi, kimi, ne için, hangi kriterlere göre seçiyor?.. Halk bu duruma interaktif olarak hangi aşamada katılıyor?.. Ödül ne, bu yarışmanın baş-psikopat-rolünü kim kapmış?..

Kaçırmışım yani... Gemi açılmış, tren kalkmış yani...

Fakat ne olursa olsun, bir durum báki olduğu için yabancılık da çekmedim bir yandan.

Kim daha çok çemkiriyor, böğürüyorsa, karşısındaki insanlara ve evin demirbaşlarına daha sert girişiyorsa, favori eleman olarak öne çıkıyor.

Ortam süper, jilet süper...

Kendini jiletleyen jiletleyene... O kadar, o kadar abuk subuk, o kadar hastalıklı bir durum ki hani neredeyse gülesi geliyor artık insanın.

Bu kadarına da yuh yani diye diye...

Sakata da aynen böyle geliyoruz ama zaten, değil mi?

Onlar ekranın bir yanında kafa göz kırmacasına birbirlerine girişecek, biz oturduğumuz yerde ‘eğleneceğiz.’

Anlaşma bu...

Yine: Derken derken...

İşte, haber patladı: Bütün kanallarda RTÜK Başkanı Fatih Karaca, dön dolaş bütün kanallara beyanat vererek, bu gibi programların bundan böyle yayınlanmayacağını anlattı.

RTÜK’ün yine memleketin namusunu kurtaracağı tuttu ki, ne zaman böylesi bir durum nüksetse, ülkenin sansür tarihi vatandaşın gözünün önünden Necefli Maşrapa gibi geçiyor.

Ben ki bu programlardan dolayı hakikaten mide spazmı, beyin humması geçirmiş, üzerlerinde derin ‘N’olucak bu dünyanın gidişatı? Ki, memleketin háline değinmeyi yekten reddediyorum’ şeklinde düşünce mesaisi vermiş bir insanım.

‘Yedik boku’ diye düşündüm. ‘Yakın gelecekte, kalkıp bu programları savunma háline düşmeyi bile yazmış olabilir kader.’

Nereye tüküreceğini bilemez insan.

Bakın şimdiden ezber dağıldı: Sakal ve bıyık arasında ne vardı?

Korkunç. Allah aşkına bir düşünün: Fatih Karaca, Semra’anım’a karşı...
Yazının Devamını Oku

Bando saçma makamından çalıyor

3 Mart 2005
10 gündür, divane gibi Sezen Aksu’nun Bahane’sini dinliyorum.<br><br>Albüm, Yıldırım Türker’in şahane dizeleriyle başlıyor. ‘Bahaneydi bu rüzgár / Güneş bal ve Kehribar / Bahaneydi bu buzdan kanat / Erimezse Kırılacak / Canım Dostum Sırdaşım / Aynaya baktım yüzünü unuttukça / Gelmiş bulundum / Kalmış bulundum / Bu dağ burda durdukça’

Estikçe esesi geliyor insanın, içi eriyor...

Önünde sonunda kırıldığınla kalıyorsun, kanadı kırık, yüreği buz kesmiş bir kuş gibi bazen, ayrı...

Yüksek müsaadenizle, büyük saçmalayasım var...

Saçmalık, kalabalık bir bando olsun ve ben en önde majör majör yürüyeyim istiyorum.

Dün bir deli hiddetle klavyenin başına çöktüm, ah yazabilsem neler yazacağım ama elim gitmiyor.

Öfke, kezzap tadında midemi deliyor. Ellerim düz durmuyor, öyle titrek bir ifade: Hayat yazıyorum, hüyüt çıkıyor.

Faidesiz bilgiler serisine katkı babında: 10 parmak daktilo yerleşiminde, sol eliniz bir tuşçuk sağa kaydı mı, hayat, huzura, hüyüt şeklinde geliyor.

Bu hayatın, hayatlığından bir şey götürür mü?

Götürmez, ayrı...

Sonra kendime bir oyun yarattım, bir süre onunla oyalandım.

Her türlü galiz küfrü, bir sağ elimi sola kaydırıp yazıyorum, bir sol elimi sağa kaydırıp.

Size basit bir örnek vereyim: Büyüm.

Bu ne demek şimdi? Büyüm?..

Benim yaptığım büyü gibi algılanabilir, değil mi?

Halbuki, yanlış yazılmış háliyle salak demek...

Böyle işte, bayağı bir zaman geçirdim.

Onun muhteşem şiirinin benim durumumla alákası yok ama Ahmet Güntan’ın Yağdı Yağmur, Çaktı Şimşek’ini hatırladım:

***

Deniz kıyısında koşuyordum

Birden ormanın içine girdiğimi farkettim

Şimşek çaktı, gök gürledi, yağmur başladı

Ormanda yapayalnızdım

‘Ne kadar somut şiirler yazıyorum’ diye sevindim

Ormanı, şimşeği ve yağmuru yazmıştım

Kaplansa içerilerde bir yerlerdeydi

Şimdi onlar gerçektiler

Şimdi benim yazdığım gibiydiler

Bulutların arasından çıkan pembe bir ışık, denizin

gökle birleştiği yerde pembe bir çizgi çiziyordu

‘Ufukta pembe bir çizgi vardı’ diye yazabilirim ben

Bu cümlenin bu kadar somut olduğunu kim bilebilir?

Evet, somut şiirler yazıyorum ben, siz bilebilir misiniz?

‘Bir zamanlar bir Romy vardı’ desem,

‘Ufukta pembe bir çizgi vardı’ anlar mısınız?

Ya da ‘Áşık ya da başka bir şey olmak’ desem,

‘başka bir şey olmak’ nedir bilebilir misiniz?

Bunu benim için yapar mısınız?

Çünkü ben ‘Bu şiir Romy’yi anlatmıyor’ derseniz,

sevinerek ‘Bu şiir Romy’yi anlatıyor’ anlayacağım

Romy de ‘Unutamıyorum, ama yaşamak istiyorum’ demişti,

bunun apaçık ‘Unutmamak ölmek demektir’ olduğunu kim anladı?

Siz anladınız mı?

‘‘Gitme kal’ diyemedik sana Romy, ama gitme kal’ dediniz mi?

Bir zamanlar bir Romy vardı

Evet, somut şiirler yazıyorum ben, siz de bok yiyin!

***

Sonra oturdum Ormanların Gümbürtüsü’nü okudum bir de... Ormanların Gümbürtüsü, kaç kere döndürmüştür beni uçurum kenarlarından.

Vaktiyle sanki benim için, yeşil reçete babında yazılmış.

Üst üste en az 10 kere okudum, öyle rahatladım:

‘Artık hiçbir şeye karşı değilmiş gibi kayıtsızım.’

Sonra haddimi bilip, klavyeyi bırakıp, defolup eve gittim, uyudum. İşin güzeli uyuyabildim de...

Uyumak için illa ki sinir krizi geçirmek ya da depresyonda olmak zorunda olmayanları kıskanmakla geçecek ömrüm herhalde.
Yazının Devamını Oku

Alınırsan iğneciye veririm

27 Şubat 2005
Bulgar basını özeleştiri yapmış: ‘Niye bu kadar alındık?’<br><br>Baktat’ın, sonradan yayından kaldırılan, Bulgar bir gümrük memurunun, sılaya dönen gurbetçi bir Türk aileden sınır kapısında ‘çorba parası’ istediği, Türk aileninse memura ‘çorba parası’ yerine hazır çorba verdiği reklam vardı ya hani... Bulgaristan, bu reklam yüzünden Türkiye’ye nota vermişti ya hani...

Çorba reklamı, küçük çaplı bir diplomatik krize neden olmuştu ya hani...

İşte Bulgar basını bunun üzerine sorma gereği duymuş: ‘Niye bu kadar alındık?’

Bizler de takdir ettik kendilerini; ‘Tabii canım, şuncacık espriyi kaldıramayacak ne var? Hem gerçekten oluyor böyle şeyler; yalan mı?’ diye...

Bizim hiç öyle huylarımız yoktur meselá...

Bir televizyon dizisinde terörist bir Türk aile profili çizildi diye çalkalandı bu ülke.

Nedense pek kimsenin aklına da, ‘Bu dünyada bir tek Türk terörist de yaşamıyor mu kardeşim? Onyıllardır bu ülkede olan biten her şey SADECE dış mihrakların halt etmesi mi?’ diye sormak gelmedi.

Ya da sormaya cesaret edilemedi.

Zira bunu dile getirmeye kalkan birkaç ‘çatlak ses’, anında vatan hainliğiyle suçlanarak, neredeyse manen linç edildi.

ALINGANLIK BİZE GELMEZ

Düzenli aralıklarla nükseden kapıcı, sekreter, tellak, efe, vs. ayaklanmaları sağolsun, bizim ülkenin duyargalarının aşırı hassas olduğunu, alınganlığın bir nev’i doğamız olduğunu kabullenmiştik ama bu aralar buluttan kapılan nem oranı tavan yapmış, şahikasına ulaşmış vaziyette.

Zincirleme reaksiyon şeklinde alınıyoruz artık.

Tam da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisini kedi olarak karikatürize eden Musa Kart’a açtığı dava neticesinde 5 bin YTL kazandığı ve mizah dünyası tarafından doğal olarak ağır bir dille eleştirildiği dönemde, doktorlar hakkında ‘talihsiz’ bir demeç vereceği tuttu meselá...

(Bu arada, konuyla ilgili en şahane yorum, Latif Demirci’den geldi. Karikatürcüler Derneği’nin kararı kınamak için düzenlediği basın toplantısında Latif; ‘Sanıyorum böyle bir davayı mart ayı yaklaştığı için açtı’ dedi. Başbakan’ın gaflet ortasını önce göğsünde yumuşatıp, ardından kaleye 90’dan taktığı şık bir gole çevirdi.)

SEN MİSİN DAMDAN DÜŞEN!

Efendim, Erdoğan, hemşirelere iğne yaptırmayı tercih edermiş. Onların pratiği daha fazla olduğu için damarı bir yoklayışta bulurlarmış.

Oysa doktorlar, damarı bulamayabilirmiş. İcabında hastayı felç bile edebilirlermiş:

‘İş Nasreddin Hoca’nın anlattığı gibi. Nasreddin Hoca damdan düşmüş. Doktor arıyorlar. Hoca demiş ki: ‘Bana doktor değil, damdan düşen birini getirin.’’

Bu sözlerine gelecek ‘iğneli’ bir yanıt için çok beklemek gerekmedi.

Başbakan’ı, hastalarla hekimlerin arasını açmaya çalışmakla suçlayan Türk Tabipler Birliği (TTB) Merkez Konseyi Başkanı Füsun Sayek; ‘Canım Başbakan’a iğne yapmak istiyor’ deyiverdi.

Ben de Sayın Başbakan’a saygılarımı sunar, mevzuu tehditkár bir tembihle bağlamak isterim: ‘Bakınız, bir daha doktorlar hakkında öyle kötü espriler yapmayınız, sonra sizi mizahçı amcalara veririm.’

Ya da: ‘Bakınız, bir daha mizahçılara sataşmayınız, sonra sizi, bünyenize biraz hoşgörü enjekte etsin diye iğneci teyzelere veririm.’

Yaaa, sormayın; ilahi ben, pek komiğim...

Semra dediğin çeşit çeşit

Bu da böyle bir dönemmiş... Semra Devri...

Hayatın bizleri Semra manyağı yapası tuttu...

Semra’anım bir yandan, Semra Özal bir yandan, zaten dağınık olan ezber, aşırı doz Semra yüklemesinden dolayı hepten tarumar oldu...

Ki ben, mümkünse sonsuza dek, yok değilse, en azından uzunca bir süreliğine Semra’anım meselesini kapatmaya yeminliydim.

Ama akde sadakat konusunda bu aralar bir başka konuya konsantre olmuş olduğum için Semra’anım tövbesi tutmadı. (Varsa eğer bir itirazınız, hemmmen gidip bir sigara yakabilir, suçu da saadetle üzerinize atabilir ve bu konuda sonsuza dek size minnettar kalabilirim. Evet? Allooo?)

Ayrıca Semra’anım bir taraftan öyle bir tip ki, kayıtsız kalmak mümkün değil. Uzman valide... Gelin-güvey-kayınşey ilişkileri ombudsmanı... Ordinaryüs Prof. Kaynana... Buyurdu:

‘Kraliçe de olsa, Elisabeth de bir ana!’

Gel de ortandan yarılma!

Anladınız değil mi; Semra’anım’ın Prens Charles-Camilla Parker Bowles evliliğiyle ilgili yorumu bu.

Hani bin yıldır İngiltere’de tartışma konusu olan Charles-Camilla ilişkisi, 8 Nisan’da evlilikle noktalanıyor ya...

Kraliçe Elisabeth, düğüne katılmayacağını açıkladı. Böylelikle, 142 yıldan beri kendi çocuğunun düğününe katılmayan ilk kraliçe olacak.

İşte Semra’anım, Müge Anlı’ya, konuyla ilgili derin fikirlerini açıkladı:

‘Kraliçe Elisabeth’in de bir anne olduğunu unutmamak gerekir. Mutlaka bildiği bir şey vardır. Yalnız bunu asalet yönünden yapıyorsa hoş değil. Hani Camilla Hanım dul diye filan... Gelin adayını sevmediği için yapıyorsa o zaman haklı. Neticede bir tavuk dahi civcivlerini sahipleniyor. Yılan bile yavrusunu koruyor. Bunun için uzağa gitmeye gerek yok.’

Tavuk da olsa düğüne katılmazdı, yılan da yani... Hani civcivi dul piliç aldığı için değil ama...

Hey güzel Allah’ım, neymiş, Elisabeth de bir ana...

Toplum baskısı yüzünden bir tek güncük göremedi

Bu arada elimizde bir de Semra’anım anti-tezi, Afacan Anne kontenjanından Semra Özal var biliyorsunuz.

Birileriyle her gün bir Semra Hanım’la mini-röportaj yapabileceği konusunda iddiaya filan tutuştuğunu tahmin ettiğimiz Müge Anlı’ya konuşmuş o da...

Gecce.com’un gecesinde, Nükhet Duru’nun dekoltelerine rahmet okutan, göbek deliğine kadar inen bir V yakası olan (Haute Couture’ün konu cahili, kendi kendine sorar: Şık kıyafette olan şeye V yaka denir mi ki ya?) kıyafeti soruyor Anlı, Özal’a.

Semra Hanım demiş ki:

‘Kimin ne dediği umurumda bile değil, bundan sonra gönlümce yaşayacağım.’

İsterseniz, bir daha okuyunuz, iyice sindiriniz:

‘Kıyafetimin konuşulacağını biliyordum. Üstelik daha fazla tepki görmesini bekliyordum. Şaşırdım doğrusu. Ama kimin ne dediği hiç umurumda değil. Özgürce yaşayacağım artık.’

Hani, rahmetli Turgut Özal’ın yaşadığı dönemde bile Etiler’deki fasıl álemlerinden çıkıp, kandili Kemancı’da (Evet efendim, bildiğiniz, rock bar Kemancı!!!) söndürdüğünü izleyerek geçirmiş olmasak bütün 80’leri...

Hani, en yakın kankisi Fatih Ürek’i koluna takıp, V.I.P. kapılarından filan geçerek, o seyahat senin, bu seyahat benim dolaşıp durduğunu bilmesek...

Hani, elini öpmeyi bırakan Papatya’nın eteğine saldırdığı dönemde, nasıl bir kasıntıyla o sefaları, bu sefaları, şu sefaları sürdüğünü seyretmekten ikrah getirmesek onyıllar boyu...

Hani, onun adına biz utanmasak, yazık, acıyacağız kendilerine...

Zavallı mazbut insan, ahhh gariban hanımefendi, toplum baskısı yüzünden bir tek güncük gün yüzü göremedi diye...

Hadi, Semra Özal özelinde, bütün cefakár Türk anaları adına haykıralım: Ooohhh sefaaaan olsssuuuun!!!

Hayır, zaten şuurum tekleyip durmakta, ötanazi tartışmak da moda ya, lobotomi talebinde bulunacağım o olacak. Semra’lar sağ, ben mutlu lahana...
Yazının Devamını Oku

Birimizin yolu artık sevgiden geçmiyor

26 Şubat 2005
Kayahan, geçtiğimiz hafta Abbas Güçlü ile Genç Bakış’ın konuğuydu.<br><br>Stüdyoyu, Marmara Üniversitesi öğrencileri doldurmuştu. Ki, benim bıraktığım okuldur Marmara Üniversitesi. Eski okulumu, hayatta terk ettiğim bir başka şeyle, Kayahan’la birlikte görünce, şöyle bir kıkırdadım.

(Bu arada, duygularımın dengesi biraz belirsiz. Öyle, bir gülüyor, bir ağlıyor, káh öfke nöbeti geçiriyor, káh müsekkin otlamış koyun gibi bönleşiyorum. Bir başka bıraktığım şey yüzünden... Malûm...)

Terk ettiğim şeyler arasında sayarken Kayahan’ı, albümlerinden, kliplerinden, müziğinden bahsediyorum elbet...

Yoksa, bir ‘mega şahsiyet-büyük usta’ olarak ve birçok konudaki fikirleri açısından, kendileri zaten hiçbir zaman hayattaki favori figürlerim arasında yer almamıştır.

Ama müziğini severdim. Ortaokul yıllarımda hastasıydım hatta Kayahan’ın...

Birçok konserini izlemişimdir. Öncelikle başkalarına verdiği şarkıları kendi sesinden duyabilmeyi sabırsızlıkla beklemişimdir.

Sokak Kedisi, Geceler, Kar Taneleri, Esmer Günler, Olmalı Olacak, Bir Kuş Uçur, Seni Seviyorum filan...

Hayatıma çizik atmış şarkılardır. Çok içerden sevdiğim şarkılardır... Çok...

KAÇTIM NİTEKİM ARKAMA BAKMADAN

Zaman geçti, devran döndü, Kayahan, tabiri caizse başka bir ‘şey’e dönüştü:

Sarı Şekerim’ler, Yine Şişe Bitecek’ler, Atın Beni Denizlere’ler...

Ve ‘álemin en dokunulmaz, en hikmetinden sual olunmaz mega ustası benim’ tonundan nice beyanatlar, acayip ötesi polemikler...

‘Yandım Allah!’ nidalarıyla kaçası gelir insanın. Beni insandan sayarsanız, benim kaçasım gelir en azından...

Geldi ve kaçtım nitekim, arkama bile bakmadan hem...

Yani lütfen, yakın bir tarihe kadar, bütün cadde ve sokakları kendi şarkılarının isimlerinden oluşan bir yerde, Gömeç’teki Sevgi Köyü’nde, Geceler Caddesi ve Mavilim Caddesi’nin kesiştiği Hülyam Çıkmazı’nda ikamet eden bir sanatçıdan bahsediyoruz.

Böyle bakınca Kayahan, aşırı dozu bünyeye ölümcül derecede zarar bir varoluş gibi gelmiyor mu Allah aşkına?

Çarşamba akşamı epeydir ilk kez, kendime ve bozuk sinirlerime rağmen, oturup Kayahan’ı uzunca bir süre izledim. Program boyunca öğrenciler ve Kayahan, karşılıklı ‘Ay size çok saygı duyuyorum, çok heyecanlıyım’ - ‘Yok, gençlerin karşısında boynumuz kıldan ince, ben sizden daha çok çekiniyorum’ şeklinde birbirlerini ağırlayarak, muhabbet ettiler.

KLİBİNİ FIRINDAN ÇIKMIŞ İZLEDİK

Bu arada, Kayahan’ın son albümü Kelebek’in Şansı’ndan klip çekmek üzere seçtiği ikinci parça olan Bin Parçayım Hasretinle’nin klibini de fırından yeni çıkmış háliyle izleme fırsatını yakaladık.

Arada klip yayınlandı. Bildiğiniz pastoral romantik háller...

Kayahan’ın şiirlerinden ve şarkılarından klişeler silsilesi olarak geçen, habire kendini tekrar eden şeyler:

İşte; kelebekler, kalpler, çiçekler, böcekler, ağaçlar, nehirler, atlar, köpekler, kadınlar, erkekler, dalgalar, denizler...

Bunun yanında, ilk klip, albümü çıkış parçası Acılanma’ya çekilmişti. Biliyorduk ki Kayahan, şarkıyı, küçük kızı Aslı Gönül’ün ateşlendiği bir dönemde yazmıştı. Ve şarkının klibinde baba-kız birlikte takılıyorlardı:

Aslı Gönül, bale kıyafetleriyle doğal ve şirin çocukluk hállerini sergiliyordu.

Kayahan da her zamanki gibi kucağında gitarı, penayı tutan sağ elini sağa sola sallayarak, o tipik ‘Hoydeee-peeeey’ hareketini yapıyordu.

Ve son sahnede baba-kız, birbirine ilan-ı aşk ediyordu: Aşkım babam-aşkım kızım...

Ödipal, elektral háller... Ki şahsen de iyi biliriz.

Klibi ilk gördüğümde, içimden Aslı Gönül’e; ‘Allah kolaylık versin ufaklık’ demiş bulundum; ‘İşin zor valla. Beste Abla’na sor, anlatsın...’

Program, beklendiği üzre, ‘a la Kayahan’ bir tempoda ilerledi. Her şey çok yanlış ya da çok doğru... Kayahan’ın doğru dedikleri doğru, yanlış dedikleri yanlış...

Eurovision, yanlış bir hadise meselá... Kayahan da katılmıştı vaktiyle ama olsun, onun şarkısının seçilmediği bir ortamdan ne beklenir zaten?

Sonracığıma, evlerinde televizyon izlenmediğini anlatıyor Kayahan... Kızı Aslı Gönül’ün henüz televizyonla tanışmadığını... Fakat maalesef televizyonda görünmesinin zaruri olduğunu...

Kaliteli müziğin bambaşka bir şey olduğunu... Ayırt etmek gerektiğini... İyi müziği ayırt etmenin, meselá Kayahan’ın müziğinin kaliteli müzik olduğunu ayırt etmenin Türk gençliğinin öncül görevlerinden biri olduğunu...

Müzik kanallarının, müzik piyasasının, müzik listelerinin yalan olduğunu... Gerçi kendi şarkısı Acılanma’nın bu listelerde bir numarada bulunduğunu ama olsun, onun başka bir hikáye olduğunu...

Neden sonra, Seninle Her Şeye Varım Ben’i, Ata ve Sinem’e hediye ettiğini inkar ettiği noktada, artık dayanamadım.

Ben o programı izlemiştim, final gecesi mi neydi ve Kayahan programa telefonla bağlanıp şarkıyı canlı olarak söylemişti.

Gözümle gördüm, kulağımla duydum yahu?! Nasıl ‘n’ayır’ yani?

Dayanamayabileceğimi, her an sinirle bir sigara yakabileceğimi hissettiğim nokta gelmişti, tam zaplıyordum ki...

Daha önce de birkaç kez müziği bırakmışlığı ve dönmüşlüğü bulunan (Son Şarkılarım isimli albümünün çıkış tarihi 1993!) Kayahan, ‘Bırakıyorum’ dedi.

Sonra şaka şaka gibilerinden şöyle bir güldü ve devam etti... Hayır efendim, bu kez müziği bırakmıyormuş: ‘Bakın tarih de veriyorum. 29 Mart’ta sigarayı bırakıyorum.’

29 Mart, doğum günü Kayahan’ın. Bu arada çocukluk ve gençlik yıllarını Ankara’da geçirmiş ama aslen İzmirli.

Ben de taze geçmiş doğum gününde sigarayı bırakmış bir İzmirliyim. İnsan iki satırlık empati, sempati bir şey besler değil mi? Maalesef...

Birimizden birinin yolu artık sevgiden geçmiyor olsa gerek...

Uyuzluk bendedir muhtemelen.
Yazının Devamını Oku

Aferin

25 Şubat 2005
zun süredir rastlamıyorum ama bir zamanlar büyük bir zevkle takip ederdim. Galiba The Sunday Times’ın ekinde pek sevdiğimiz bir bölüm vardı, ondan bahsediyorum:

‘Why are they famous? / Niye ünlüler?’

Ne iş yaptığını bilmediğiniz ama her hareketinden bir şekilde haberdar olduğunuz insanları, nereden ve niçin tanıdığınızın komik bir dille anlatıldığı, kompakt bir bölüm.

Şimdilerde bilmem kimin, ondan önce de ötekinin, ondan da önce berikinin sevgilisi...

Bilmem ne skandalından sonra muhtelif TV programlarına katılıp yediği haltı ballandıra ballandıra anlatan pişkin...

Hayatına iç çamaşırının rengine kadar vakıf olduğunuz ancak her gördüğünüzde zihninizde ‘Niye var?’ ya da ‘Ben tüm bunları niye biliyorum?’ benzeri sorular uyandıran tipler...

Uzun zamandır görmüyorum dedim ya, büyük bir olasılıkla bölüm kaldırılmış olabilir.

Zira sadece bizde değil, tüm dünyada bir histeri dalgasına dönen, ‘kavgacı akvaryum balığı’ model insanların kapıştığı yarışmalar sağolsun, zamanımızda ‘ünlü’ insanların sayısı artık anonim insanları geçmek üzere...

Artık herkes ünlü...

Ama 15 dakikalığına, ama üç buçuk dakikalığına...

Bunun yanında, soru báki:

Niye?

Tek fark şu ki kimseler artık soruyu iplemez oldu...

Her zamanki gibi alıştık, durumu kanıksadık yani...

Yine de, var ya, söz konusu Semra’anım, hatta hatta canlı yayında artislik yapacağım diye kendi kafasında bardak mardak kıran Caner olduğunda bile bir yere kadar hasbelkader akıl yürütebiliyorum ama...

Biri var ki huzura geldi mi tıkanıp kalıyorum.

Nil Demirkazık ‘fenomen’ini çözebilmek benim zihinsel melekelerimi fersah fersah aşıyor.

Hanımefendinin son büyük icraatı, Kıbrıs’a gitmişken, bir koşu Güney Kıbrıs’a, yani Rum kesimine de geçip, Rum lider Tasos Papadopulos’la 20 dakika boyu kahve içip, ona vak-i zamanında kendisine bilmem nerede kaba davranan Rum gazetecileri şikáyet etmek...

...Ve Papadopulos’a AKP Grup Başkanvekili Salih Kapusuz’un selámını götürmek oldu...

Gerçi Papadopulos, Nil Demirkazık’ı kabul ederken kimliğini tamamen yanlış anlamış.

Bu arada Kapusuz’un selámının adresi de yanlış, yani Papadopulos’a selám melám yollamamış ama olsun...

Vatanperver, vazifeşinas Demirkazık bu...

Uysa da sarkıtacak o selámı, uymasa da...

Kaçırmışlar için, hikáye şöyle:

Demirkazık, Kapusuz’a gidiyor, ‘Seçimler için Kıbrıs’a gidiyorum. Parti ya da hükümet olarak Kıbrıs’taki seçimlerle ilgili bir şey yapacak mıyız?’ diye soruyor ve seçimlerde AKP’nin hangi partiye destek vereceğini öğrenmek istiyor.

Kapusuz’un, tüm partilere eşit mesafede olduklarını söylemesi üzerine Demirkazık bu kez Kıbrıs’a götürülecek herhangi bir mesaj olup olmadığını soruyor.

Kapusuz’dan cevap: ‘Selám söyle...’

Bu arada Kapusuz zannediyor ki, Demirkazık KKTC’ye gidecek; selámın esas muhatabı da Kıbrıs’taki Türkler yani...

Mehmet Ali Erbil ile genç eşi Sedef’in annesi arasındaki sorunlar yaşanmasaydı, damat-kayınvalide namzetleri arasında vuku bulan 100 bin dolarlık pazarlığa aracı olmasaydı, hayatımızda ‘sosyete antikacısı’ Nil Demirkazık gibi bir isim olmayabilirdi.

Ama şimdi, AKP’liler kapıdan kovsa, bacadan giren ne iş yaptığı meçhul ve habire böyle acayip ortamlarda, acayip hállerle boy gösteren, en politiğinden (!) bir Nil Demirkazık’ımız var işte.

Niye var? Bilemiyoruz.

Demirkazık, kendini bir şekilde AKP’ye attığından beri, bu nev’i sayısız icraate imza attı biliyorsunuz.

Durup durup kapalı kapılar ardında vuku bulan bir siyasi etkinliğe katılmayı beceriyor.

Ya orada öööyle durup kameralara sırıtıyor -ki bu iyi haber- ya da saçmasapan bir şeyler yapıp gülünç bir şekilde ortalığı karıştırıyor.

Arada bir de Tayyip Erdoğan için umutsuz aşk şiirleri yazıp üzerinde Başbakan’ın resminin basılı olduğu tişörtlerle ve seksi pozlarla, dergilere kapak oluyor.

Felsefe dersinde okutulacak kadın valla.

Zira zihne hep aynı soruyu düşürüyor.

Ki: felsefenin sorusudur bilindiği üzre:

Niye?
Yazının Devamını Oku

Gonzonun gidişi

24 Şubat 2005
Vay be... <B>Hunter S. Thompson öldü. İntihar etti üstelik...

‘Rağmen’ kaldı; sonunda da gide gide böyle gitti...

Taş gibi yazar... Safkan deli...

Kaba bir tasvirle ‘sübjektif gazetecilik’ olarak tanımlanabilecek, habere eşek yükü yorum katılan, gonzo tarzı muhabirliğin mucidi.

Ki o bu tarzı şöyle özetliyordu: ‘Gonzo gazeteciliğinin temeli, William Faulkner’a ait olan, iyi bir kurgusal, edebi metnin, her türlü haber metninden daha fazla gerçek içerdiği fikrine dayanır - ki en iyi gazeteciler de, bunun doğru olduğunu bilirler. Tabii bu böyle dile gelince, edebiyatın gazetecilikten ‘daha gerçekçi’ olduğu fikrine kapılınmamalı; ya da tam tersine... Kastedilen şudur: edebiyatın da gazeteciliğin de; her iki formun da şahikasına ulaşıldığında, ayrı yollardan, aynı kapıya çıkar...’

Gelmiş geçmiş en çıtırdak heriflerden biri...

Hedonistin, sefa tellálının, manyağın önde gideni...

Kaleme aldığı her hikáyeye kahraman olarak kendisini de yazmasıyla, yazmaya değer gördüğü her hikáyeye şahsen yazılmasıyla meşhur bir maceraperest. Hergelenin, itin teki...

İçki, uyuşturucu, kavga-dövüş, seks ve akıllara seza maceralarla dolu hayatına, Aspen’deki evinde, kendi eliyle son vermiş.

Tüfeklere merakıyla ve evinin yakınlarında dolanan yabancılara, münzevilere has bir hiddetle kurşun sıkmasıyla meşhurdu zaten ama?..

Doktoru, bir ömür vücudunu nasıl hırpaladığını göz önünde bulundurup, esasında 20 yıl önce ölmüş olması gerektiğini söylemişti. Ta 1990’da...

Tam 15 yıl önce yani...

‘Genetik bir mucizesin sen’ demişti...

67 yıl boyunca o acayip, o karıncalı beynini oradan oraya taşıyan kellesine bir kurşun sıkmış ve... İşte...

Bu durumun BU KADAR ağırıma gitmiş olması, dış kapının okyanus ötesi mandalı olarak, saçmadır belki.

Fakat, elimde değil, bu işte bir terslik var gibi geliyor.

67 gibi bir yaşı devirmiş Hunter S. Thompson’ın intihar etmesi, ‘wow anasını’ bir hikáyeye hiç yakışmayan dandik bir son gibi...

Genç ölme ihtimali, gayetten ihtimal dahilindeydi...

Madem ki ölmedi, bu saatten sonra en azından ‘esprinin’ selameti açısından dünyaya kazık çakmalıydı...

Oysa o kendisine ‘a la Hemingway’ bir sonu uygun gördü ki...

Anlamak zor.

Edebiyata, özellikle de beat kuşağının tarzına meraklı hemen herkesin hele ki gazeteciyse, hayatının bir döneminde illá ki üzerinde düşünce mesaisi verdiği bir isimdir Hunter S. Thompson...

O keskin zekásı, kendisine has bakış açısı, kasatura dili ve zehir gibi espri anlayışıyla...

İlk bakışta derdi gücü serserilikmiş gibi görünse de... PJ O’Rourke’a 87’de verdiği bir röportajda neden gazeteciliği tercih ettiğini şöyle açıklıyor meselá: ‘Sırf gazetecilerle birlikte içebilmek uğruna bile olsa, başka bir işle iştigál etmeyi düşünmezdim. Hem sabah erken kalkmak gerekmiyor.’

11 Eylül olaylarının ABD’nin sinir sistemini çökerttiğini ve bu hadisenin Bush ve şurekásına Amerikan demokrasisini vahşete dönüştürme fırsatı tanıdığını yazıyordu son demlerinde.

Yine de üslûbu, eskiye kıyasla çok daha yumuşamış görünüyordu. ‘Sistemle, sistemin kurallarını kullanmak suretiyle daha kolay savaşıldığını fark ettim’ diyordu; ‘Artık avukatlarla daha sık konuşuyorum; hem de bir sürüsüyle...’

Seneler sonra Terry Gilliam tarafından sinemaya da uyarlanan, en önemli eserlerinden biri olan Fear and Loathing in Las Vegas’da, sistemi şöyle açıklamıştı: ‘Herkesin suçlu olduğu kapalı bir toplumda, işlenebilecek tek suç, yakalanmaktır. Hırsızlarla dolu bir dünyada, nihai günah, aptallıktır.’

Ve son olarak... Sınırı geçmekle ilgili söylediği şey var tabii..

‘Eşik... dürüstçe söylemek gerekirse, tarifi pek mümkün değildir, çünkü eşiğin nerede olduğunu gerçekten bilen kişiler, onun ötesine geçmişlerdir.’

Hunter S. Thompson, sonunda o çizgiyi geçmeye karar verdi. Çok kötü bir sürprizdi...

Ömrü boyunca belki de ilk kez, hiç komik değildi.
Yazının Devamını Oku

Ne faideli sözcükmüşsün sen snop

20 Şubat 2005
Tanıdığım bir bilge insan, ki ben ona kısaca annem diyeyim, etrafta kim var kim yok, çocuk mu var, ortam mı namüsait, hiiiç umursamadan, habire ‘götürdüğü’ kadınlardan bahseden, tek konusu skorları olan bir adam için şöyle demişti:<br><br>‘Muhtemelen empotan. İnsanın nesi yoksa, osu diline vurur.’ Bunu duyduğumda küçümen sayılır bir yaştaydım. (Buna rağmen empotanın ne olduğunu bilmem de nasıl bir şeyse artık?) Adama bakınca süper makul görünmüştü annemin söylediği.

Zira bildiğiniz gibi, çocukların burnu bir sahtekárın kokusunu ta fizandan alır.

O burunlardır ki kaypaklarla yıllar yıllı burun buruna yaşamaktan yalama olmamıştır henüz, alır elbet kokuyu...

Nasıl mimlemişsem o cümleyi, hayatım boyunca hiç aklımdan çıkmadı.

Üstelik kazık kadar kadın oldum, bugüne dek hiç de yanıltmadı. Bir kez bile...

NE KADAR LAF O KADAR YOK

Meselá sevgiden laflamaktan yana kariyer yapmış, bu sayede ‘kalp sektörü’ne mühim katkıları olmuş birilerini bilirim ki hayatımda tanıdığım en sevgisiz insanlardır.

Bana dilinden namus kelimesini düşürmeyen birini gösterin, ben size orda şerefsizin önde gidenini göstereyim.

Álemin en büyük vatanseverlerinin kimler olduğu, zaten cümleten malûmumuz!!!

Sonracığıma, ennn akıllı, ennn güzel, ennn başarılı, ennn her bir bok olduğunu iddia eden birini gösterin, ben de size kendine güveni olmayan bir kompleks kokteyli göstereyim.

(Ben de şimdi kalkıp sigaranın zararlarından, daha doğrusu sigara içmemenin faydalarından bahsedermişim... Meselá, sigara içmemek, kesinlikle uzun ömrü garanti ediyor. Zira her Allah’ın cezası dakika, bir saat gibi geçiyor! Konuyla ne alákası var diye soranlar için: Olsa da yazdım, olmasa da yazdım birader!)

Bunların yanında, bana habire tevazudan bahseden birini gösterin, yine ben size kibirli bir züppe göstereyim. Tevazunun altı çizilmez bir kere, ayıptır.

Yani, en bir her bir bok olduğunu söyleyip durmak gülünçtür elbet ama çok mütevazı olduğunu iddia etmek, düpedüz hıyarlıktır.

Ben bunca klişenin önde giden türünden ahkámı niye kestim?

Geçtiğimiz hafta uzuuun uzun bir ‘gusto’ adamına bakmak durumunda kaldım. Az kaldı üstümü başımı yırtacaktım.

Şarap deseniz en iyi o anlar, kadın deseniz en bir centilmen o, müzik deseniz tek ayak üstünde size konçerto solfeji attırsın (Tamam, biraz abartmış olabilirim.), görgü bilgi deseniz, en seyyah yine o; mübarek Marc’o Polo...

Ve dünyanın geri kalanı, bizimkinin telefonla konuşurken káğıdın üzerine çiziktirdiği zavallı karikatürler diyelim...

Bildiğiniz snop... Snop’un Allah’ı...

Ben tabii her zamanki gibi kendimi tutamayıp bunu ona söyledim...

‘Snopsun sen’ dedim. Sonra kelimeyi telaffuz etmek çok zevkli olduğu için, dilime pelesenk ettim. Adam oturuyor snop diyorum, kalkıyor snop...

Sonunda kelime sayesinde heriften yırttım. Böyle de faideli bir sözcük çıktı.

BARİ KENDİNİ BİL...

STOP... PARDON. SNOP!

Zira inanın bana, sülalesine küfretsem, bu şekilde kafaya takmazdı.

Zira neymiş, o bir kerem snop olamazmış, çünkü tevazu onun karakteriymiş!

Rrröööhhh! Böyle de içgörü yoksunu yani.

Fakat her şey bir yana... Snop, güzel kelime değil mi?

Canına yandığımın kelimesini, nereden geldiğini, nasıl şahane, ironik bir geçmişi olduğunu bilmezken de severdim, hep sevmişimdir ama şimdi aşık oldum desem, yeridir.

Alain de Botton’un yazdığı Statü Endişesi’nden öğreniyoruz ki:

‘‘Snop’ sözcüğü (Çevirenin Notu: Snop: İngilizce’deki ‘snob’ sözcüğünün Türkçe’deki karşılığı. Bkz. TDK Türkçe Sözlük.) ilk olarak 1820’lerde İngiltere’de kullanılmaya başlandı. Söylenene göre o zamanlar Oxford ve Cambridge üniversitelerinde sıradan öğrencileri aristokrat öğrencilerden ayırabilmek için adlarının hemen yanına sine nobilitate (soylu olmayan) ya da kısaca s.nob diye not düşülürmüş. Sözcüğün kökeni bu s.nob kısaltmasına dayanıyor.

Snop sözcüğünün anlamı zaman içinde değişime uğradı. ‘Snop’ başta yüksek statü sahibi olmayan kişileri karşılayan bir sözcük iken, kısa bir süre sonra yüksek statünün yokluğundan rahatsız olan kişiler için kullanılmaya başlandı. Artık şu da açıktı ki snop sözcüğünü telaffuz edenler, eleştirel bir imada bulunmuş oluyorlar, yerilmeyi ve alay edilmeyi hak eden bir ayrımcılığı tarif ediyorlardı. Bu konuda yazılan ve konuya öncülük eden ilk kitaplardan biri William Tharckeray’in 1848 tarihli ‘Book of Snobs’ oldu; Thackeray kitabında snopların geçen son yirmi beş yıl içinde ‘İngiltere’nin her köşesine demiryolları misali yayıldıklarını, güneşin hiç batmadığı bu İmparatorluk’un her yerinde bilinip tanındıklarını’ anlatıyordu. Fakat aslında yeni olan şey snopluk değil, yeni bir tür eşitlik ruhunun ortaya çıkmış olmasıydı; geleneksel olarak sürüp giden ayrımcılık en azından Thackeray gibi adamları günden güne daha da rahatsız etmeye başlamıştı.’

Thackeray, bizimkiyle tanışsaydı var ya, o kitabı muhtemelen suratına çarpa çarpa parçalardı. Bak şimdi yine sinirlendim. Allah’ın dingil snopu!

Statü Endişesi Alain de Botton

(Çev: Ahu Sıla Bayer) Sel Yay.


Kurdun ininden

Kurtlar Vadisi, 3 Mart akşamı yayınlanacak bölümüyle, tarihinin en düşük reytingini alırsa hiç şaşırmayın.

O bölüm, ömrümde bir kez bile baştan sona izlemediğim için zerre kadar vakıf olmadığım ‘kilit sırrın’ çözüleceği bölümmüş ama?..

Olabilir...

Kilit sırrın deşifrasyonu, Rauf Denktaş’ın ‘Kıbrıs sorununu’ bir kez daha anlatması neticesinde gerçekleşecekse, her şey olabilir.

Yahu hakikaten çok şenlikli bir ülkede yaşıyoruz be. Valla...

Kurtlar Vadisi’ndeki düğümü çözmek, bin yıldır çözülemeyen Kıbrıs düğümünün başkahramanı Rauf Denktaş’a düştü iyi mi...

KKTC Cumhurbaşkanı, dizi ekibinin kendisine yaptığı teklifi ‘Ana haber bültenlerinde ömrü billah anlattım durdum, kimseler dinlemedi, bari reytingi yüksek bir dizi bulayım, orada anlatayım’ diye düşünerek kabul etmiş.

Üstelik görünen o ki racon muhabbetine ayak uydurmakta hiç de zorluk çekmemiş. Bilakis, şimdiden gayet vakıf yani...

Neymiş?: ‘Halkım için kurdun inine bile girerim’miş...

Gerçi, bir taraftan da Kurtlar Vadisi bu...

Çakır’ın öldürüldüğü dönemde yaşananları düşününce?..

Gazeteye vefat ilanı verenler, hüngür şakır ağlayanlar, halı sahada maç öncesi saygı duruşunda bulunanlar...

Hakikaten belli de olmaz... Belki de Denktaş, Kurtlar Vadisi sayesinde hayatının en yüksek reytingini alır.

Olur mu olur... Sonra bütün kahvehaneleri, halı sahaları dolduran vatandaşlar, tüfek omza, doğru Kıbrıs’a...
Yazının Devamını Oku