31 Mart 2005
Öncelikle belirtmek isterim ki Doğan Medya Grubu yayın ilkelerini açıkladığında çağdaş hukuk devletlerinde görülen ve kendi kendini denetleme anlamını taşıyan bu davranıştan çok etkilenmiş ve ülkemde de böyle bir adım atıldığı için gururlanmıştım. Otuz dokuz yılını müziğe vermiş birisi olarak Doğan Müzik Yapım A.Ş. ile çalışmaya karar vermemde bu ilkelerin de büyük rolü olduğunu bilmenizi rica ederim.
Ancak 26 Şubat 2005 tarihli Hürriyet Cumartesi ekinde Ebru Çapa’nın gerçek dışı ifadelerle dolu yazısını üzülerek okudum. Eleştiri sınırları içerisinde hakkımda yazılanlara söyleyecek bir sözüm yok. Ama yalan ifadelerle kişiyi üstelik ‘yalancılıkla’ suçlamak nasıl bir şeydir anlamış değilim.
Ebru Çapa, 26 Şubat 2005 tarihli Hürriyet Cumartesi ekindeki yazısında ‘Abbas Güçlü ile Genç Bakış’ programını seyredip gördüklerini yazmaya çalışırken ki nedendir bilinmez yine gerçekleri yazmaya eli gitmiyor ve tarif edilmez hırsı ile benim ‘Seninle Her Şeye Varım Ben’ adlı şarkımı seyretmediğim bir programda yer alanlara yazamayacağımı dile getirişimin yalan olduğunu belirterek büyük bir hataya düşüyor.
Ve şöyle diyor: ‘Neden sonra, Seninle Her Şeye Varım Ben’i Ata ve Sinem’e hediye ettiğini inkár ettiği noktada, artık dayanamadım. Ben o programı izlemiştim, final gecesi mi neydi ve Kayahan programa telefonla bağlanıp şarkıyı canlı olarak söylemişti. Gözümle gördüm, kulağımla duydum yahu?! Nasıl n’ayır yani?’
Bu konuda hemen söyleyeyim ki ben bu programa telefonla bağlanmadım. Şarkımı canlı olarak söylemedim. İşin aslını da defalarca anlattım.
Albümümün bitimine yakın günlerde bir dostum ‘Bu şarkı tam bu programa göre, neden bu programda insanlara duyurmuyorsun?’ demişti. Bunun üzerine ben de şarkıyı DMC aracılığı ile programa gönderdim, onlar da beğendiler ve Kayahan’ın hediyesi şeklinde sundular, konu bundan ibarettir.
Ancak Ebru Çapa beni bu programa telefonla katılıp şarkımı söylediğim hálde Abbas Güçlü’nün programında bunu inkár etmekle suçluyor.
Üstelik bunu gözümle gördüm, kulağımla duydum diyebilecek kadar iddialı bir şekilde yapıyor.
Bunu yazan Hürriyet gazetesi olunca daha fazla üzülüyorum.
1993 tarihli Son Şarkılarım adlı albümümden yola çıkarak ‘Daha önce birkaç kez müziği bırakmışlığı ve dönmüşlüğü bulunan’ şeklinde bir ifade de kullanılıyor. Bu da gerçek dışı bir ifade. Hiçbir zaman ağzımdan böyle bir laf çıkmamıştır. Son model Mercedes, üretilecek son Mercedes midir?
Dört yaşındaki küçük kızıma ‘Allah kolaylık versin ufaklık, işin zor valla, Beste Ablan’a sor anlatsın’ şeklindeki bir ifadenin de eleştiri sınırlarını aşıp aşmadığını takdirlerinize bırakıyorum.
Sonuçta: İsteğim gazetenizde hakkımda yer alan ifadelerin sahibinin bu ithamlarını ispatlamasını istemenizdir. İspatlayamadığı takdirde ise yayın ilkeleriniz gereği davranış biçiminizin Türk gazeteciliğine örnek teşkil edeceği kanaatindeyim.
Kayahan Açar
***
Gelinim Olur Musun yarışmasının final gecesi kayıtlarına henüz gidip bakmış değilim. Yapacağım fakat...
Yine de yanılmış olmam ihtimalini şimdiden doğru sayacağım. Dolayısıyla kendisinden peşin peşin özür dilerim.
Ayrıca: Buyrun, temiz temiz koyuyorum da işte Kayahan Açar’ın tekzibini.
Gelin görün ki albümü, klipleri ve kendisiyle ilgili düşüncelerim bákidir. Maalesef ‘tarif edilmez hırsım’ gereği bunu belirtmeden yapamayacağım.
Ha, bir de Kayahan Açar, yaptığımız ‘keyifli’ telefon görüşmesinde, küçük kızı Aslı Gönül Açar’ı, ‘ufaklık’ olarak anmamdan dolayı teessüflerini ifade etti ve onu Aslı Gönül Hanım olarak anmam gerektiğini söyledi.
Ben gerçi 11 yaşındaki yeğenime Elif Hanım diye hitap ettiğimde ortamdan sessizce uzuyor.
Zira kendisine sakat bir durum olmadığı müddetçe Miniko, Sefil Cüce, vs. şekillerde hitap ettiğimi adı gibi biliyor.
Yine de dört yaşındaki Aslı Gönül Hanım’dan da özür diler, hörmetlerimi arz eder ve huzurdan çekilirim.
İşim var: Eve gidip tek ayak üzerinde, tırtıllar ve kelebekler üzerine düşüneceğim.
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2005
<B>M</B>ersin’deki nevruz kutlamalarında yaşananlar üzerine memleket çapında bir bayrak seferberliği başladı malûmunuz. Okumadıysanız, haberi buradan alın. Türk bayrağına yapılan saygısızlığa tepkisini anlamlı bir protestoyla ifade etmeye karar verenler arasında İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah da bulunuyor.
Cerrah, Mersin’de yaşananlara tepki olarak 1 kilometre uzunluğunda bir Türk bayrağı yaptırıyormuş.
‘Bayrağımızı 3 Nisan’da Mecidiyeköy’den Taksim’e taşıyacağız’ diyor.
Hoş tabii; isabet... De...
Ben o bayrak için ayrıca bir evham geliştirmiş durumdayım şimdiden. O yürüyüşe katılan kişilerin cep telefonları, cüzdanları filan şöyle dursun, bayrağın ay ile yıldızının sökülüp çalınması bile söz konusu olabilir maazallah.
Emniyet Müdürü bayrak elde, yürüyüş yapadursun, Taksim, o klişe tabirle, Teksas’tan beter duruma geldi zira.
Suç yaşı dörtlere, beşlere kadar düştü. Gelin görün ki polisimiz, meselá kadınlar günü eylemcilerini saçından sürüyüp coplamakla daha çok ilgileniyor.
Nicedir, gazete okur, haber bülteni izlerken kan tutuyor.
Cinnet vatanımız, her geçen daha fazla kana susuyor.
Kırıkkale’de 16 yaşında bir çocuk, 9 YTL’lik borç meselesi yüzünden arkadaşını bıçakladıktan sonra onu nasıl canlı canlı gömdüğünü ballandıra ballandıra anlatabiliyor.
Artık cinnet getirip ailesini taradıktan sonra son olarak kafasına kurşun sıkan birinin haberini okumadığımız bir tek gün geçmiyor.
Bunun yanında, nankörlük etmeyelim, politikacılarımız da şiddete karşı el eli üzerinde oturmuyor, gayet şık önlemler düşünüyor.
CHP İzmir Milletvekili Canan Arıtman meselá, olanca ‘iyi niyetiyle’, eve giren hırsıza karşı kişiye kendini savunma hakkı verilmesini öngören bir yasa teklifi sunuyor.
Özetle, silahlan ey vatandaş, öyle her bi’şeyi, suçu önlemeyi muçu önlemeyi devletten bekleme, hırsızdan önce sen davran, Batı’nın en hızlısı sen ol, çek silahını, degav degav degav olayına gir, diyor.
Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Güldal Akşit de meselá, oturmuş harıl harıl ‘Kadına Karşı Şiddete Son Kampanyası’nın geniş kitlelere nasıl ulaşabileceğini düşünmüş.
Kendilerini zihnimde Meclis binasının merdivenlerini Evreka! diye bağırarak çıkarken canlandırıyorum da coşkudan gözlerim doluyor.
Malûmunuz, Akşit, kampanyada rol alması için İbrahim Tatlıses’e teklif götürmeyi planlıyor. Yalnız küçük tefek endişeleri de yok değil; İbrahim Tatlıses’in reklam filmi çekildikten sonra kadın dövmesi hálinde olabilecekler üzerine derin tefekkür mesaisi veriyor.
Tatlıses, háliyle bayılmış bu öneriye. Akşit’e medya aracılığıyla ve her zamanki esprili üslûbuyla cevap yolluyor: ‘Eğer kadın döveceksem önce Sayın Bakan’ı arar söylerim.’
Ehehehe... Çok şirin...
Gerçi Tatlıses, bu espriyi patlattıktan sonra, böyle şeylerin şakasının bile yapılamayacağını da söylüyor. Şakası bile hoş değilmiş yani...
Yine de müsterih olun...
Memleket fokur fokur kaynamaya devam etse de bundan böyle katil ya da maktul, kurban ya da fail siz olmadığınız sürece olan bitenden haberiniz olmayacak nasıl olsa.
Az kaldı. Pek yakında devekuşu modeli, aymaz ve mutlu hayatlar süreceksiniz.
Mevcut hükümet, Türk Ceza Kanunu’na temiz bir rötuş çekmektense, haberciliğin selásını okumayı yeğliyor gibi görünüyor zira.
İşimiz Allah’a kaldı yani.
Bartın Gazeteciler Derneği’nin yeni lokalinin açılış töreninde, Bartın Müftüsü Zeki Sarılar, gazeteciler için dua bile okudu: ‘Allah’ım, 1 Nisan’dan sonra yürürlüğe girecek yeni TCK ile birlikte gazetecileri hapse girmekten muhafaza eyle.’
Gerçi benceğiz garip eşek, önce sağlam kazığa bağlanıp sonra Allah’a emanet edilmeyi tercih ederdim ama olsun varsın.
Umalım, yolumuz El Fatiha’ya kadar uzanmasın. Amin.
O şerefsiz Oscar tıpış tıpış gelecek
Vatan gazetesi, Müge Anlı imzalı, Vadinin Kurtları isimli bir röportaj dizisi yayınlıyor. Ki iddiaya gel yani: Hadise ‘yılın röportaj dizisi’ şeklinde duyuruluyor.
Şimdi, bu dizi hakkında yazdığımız birkaç seferde aldığımız tepkiler de malûm ama ‘belánın üzerine cesaretle yürüyen mangal yürek olayı’, Vadi’nin sakinlerinin tekelinde değil herhalde.
Biz de kelleyi koltuğa almayı biliriz icabında evelallah!
Hieeeeyyyyt şeklinde bir nara da şey ettirdikten sonra konuya gelelim: Nedir Allah aşkına şu Polat karakterini canlandıran Necati Şaşmaz’ın kerameti?
İddiaysa, bizimki de iddia: Türk halkının yüzde seksenini al ve koy o çekim setine, Necati Şaşmaz’dan daha iyi rol de keser, racon da...
Amma velákin, memlekette es kaza demo yapan herkesin iki yıla kalmadan Grammy kazanacağını söylemesi adettendir ya...
Polat Abimiz, pardon, Necati Abimiz de Kurtlar Vadisi bittikten sonra, Hollywood’a yollanmaya ve evet, Oscar almaya ahdetmiş.
‘Silah kullanır mıydınız?’ ve ‘Şu an silahınız var mı?’ sorularına verdiği yanıtlara bakınca, şimdiden alıştırma turlarını attığını da anlıyoruz nitekim: ‘I don’t wanna answer that!’ (Cevap vermek istemiyorum.)
Ben Necati Şaşmaz’a bir sonraki projede komedi öneriyorum. Zira insanı güldürmek konusunda orijinal bir yeteneği var. İnanmayan, röportajın bir bölümüne buyursun (Parantez içindeki haddini bilmez yorumlar, bu satırların büyüyünce Pulitzer, olmadı Nobel mobel alacak yazarına aittir.):
Necati Şaşmaz: Tabii ki benim oraya (Hollywood) gidişim nasıl olur, hep beraber göreceğiz. Ama öncelikle kendimi yetiştirmem gerekiyor. (Tevazuya gel!) Ve televizyon dizisinden sinemaya geçen Amerika’da araştırdığım kadarıyla Bruce Willis var. Mavi Ay’la sinemalara geçti. (Bu geçtiğimiz cümle, şahsi favorim!) Bu diziden sonra ‘Polat karakterinin üstüne nasıl geçeceksiniz?’ diye soruyorlar. Ben belki de sinemaya geçeceğim. Gideceğim Amerika’ya, beş-altı sene Hollywood’da yaşayıp, bunun sistemini çözüp, nasıl iyi bir oyuncu olabileceğimi göreceğim. Eğitim süresinden sonra belki de bir film çevireceğim. Belki de o filmle Oscar alacağım.
Müge Anlı: Gözünüz Oscar’da yani...
Necati Şaşmaz: Ben almazsam o bana gelecek.
Oldu... Beyefendi, röportajın bir yerinde de ‘gizemini koruma’ güdüsünü, Al Pacino örneğinden yola çıkarak ifade ediyor: ‘Peki, Al Pacino’nun kaç tane röportajı var? Dünya çapında ünlü bir adam ve bildiğimiz iki tane röportajı var.’
‘Sen okumadıysan biz ne yapalım?’ diye de sorulabilir tabii... Benim kendi adıma okuduğum onlarca Al Pacino röportajı mevcut zira.
Ne olacaktı? Çakal Carlos mu bu?
Ya da ne bileyim, Yeşil mi?
Filminin promosyonu için röportaj vermek zorunda olan gariban (!) aktörün teki...
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2005
Mersin’deki nevruz kutlamalarında yaşananlar üzerine memleket çapında bir bayrak seferberliği başladı malûmunuz.Okumadıysanız, haberi buradan alın. Türk bayrağına yapılan saygısızlığa tepkisini anlamlı bir protestoyla ifade etmeye karar verenler arasında İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah da bulunuyor.Cerrah, Mersin’de yaşananlara tepki olarak 1 kilometre uzunluğunda bir Türk bayrağı yaptırıyormuş.‘Bayrağımızı 3 Nisan’da Mecidiyeköy’den Taksim’e taşıyacağız’ diyor.Hoş tabii; isabet... De...Ben o bayrak için ayrıca bir evham geliştirmiş durumdayım şimdiden. O yürüyüşe katılan kişilerin cep telefonları, cüzdanları filan şöyle dursun, bayrağın ay ile yıldızının sökülüp çalınması bile söz konusu olabilir maazallah.Emniyet Müdürü bayrak elde, yürüyüş yapadursun, Taksim, o klişe tabirle, Teksas’tan beter duruma geldi zira.Suç yaşı dörtlere, beşlere kadar düştü. Gelin görün ki polisimiz, meselá kadınlar günü eylemcilerini saçından sürüyüp coplamakla daha çok ilgileniyor.Nicedir, gazete okur, haber bülteni izlerken kan tutuyor.Cinnet vatanımız, her geçen daha fazla kana susuyor.Kırıkkale’de 16 yaşında bir çocuk, 9 YTL’lik borç meselesi yüzünden arkadaşını bıçakladıktan sonra onu nasıl canlı canlı gömdüğünü ballandıra ballandıra anlatabiliyor.Artık cinnet getirip ailesini taradıktan sonra son olarak kafasına kurşun sıkan birinin haberini okumadığımız bir tek gün geçmiyor. Bunun yanında, nankörlük etmeyelim, politikacılarımız da şiddete karşı el eli üzerinde oturmuyor, gayet şık önlemler düşünüyor.CHP İzmir Milletvekili Canan Arıtman meselá, olanca ‘iyi niyetiyle’, eve giren hırsıza karşı kişiye kendini savunma hakkı verilmesini öngören bir yasa teklifi sunuyor.Özetle, silahlan ey vatandaş, öyle her bi’şeyi, suçu önlemeyi muçu önlemeyi devletten bekleme, hırsızdan önce sen davran, Batı’nın en hızlısı sen ol, çek silahını, degav degav degav olayına gir, diyor.Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Güldal Akşit de meselá, oturmuş harıl harıl ‘Kadına Karşı Şiddete Son Kampanyası’nın geniş kitlelere nasıl ulaşabileceğini düşünmüş.Kendilerini zihnimde Meclis binasının merdivenlerini Evreka! diye bağırarak çıkarken canlandırıyorum da coşkudan gözlerim doluyor. Malûmunuz, Akşit, kampanyada rol alması için İbrahim Tatlıses’e teklif götürmeyi planlıyor. Yalnız küçük tefek endişeleri de yok değil; İbrahim Tatlıses’in reklam filmi çekildikten sonra kadın dövmesi hálinde olabilecekler üzerine derin tefekkür mesaisi veriyor.Tatlıses, háliyle bayılmış bu öneriye. Akşit’e medya aracılığıyla ve her zamanki esprili üslûbuyla cevap yolluyor: ‘Eğer kadın döveceksem önce Sayın Bakan’ı arar söylerim.’Ehehehe... Çok şirin...Gerçi Tatlıses, bu espriyi patlattıktan sonra, böyle şeylerin şakasının bile yapılamayacağını da söylüyor. Şakası bile hoş değilmiş yani...Yine de müsterih olun...Memleket fokur fokur kaynamaya devam etse de bundan böyle katil ya da maktul, kurban ya da fail siz olmadığınız sürece olan bitenden haberiniz olmayacak nasıl olsa.Az kaldı. Pek yakında devekuşu modeli, aymaz ve mutlu hayatlar süreceksiniz.Mevcut hükümet, Türk Ceza Kanunu’na temiz bir rötuş çekmektense, haberciliğin selásını okumayı yeğliyor gibi görünüyor zira.İşimiz Allah’a kaldı yani.Bartın Gazeteciler Derneği’nin yeni lokalinin açılış töreninde, Bartın Müftüsü Zeki Sarılar, gazeteciler için dua bile okudu: ‘Allah’ım, 1 Nisan’dan sonra yürürlüğe girecek yeni TCK ile birlikte gazetecileri hapse girmekten muhafaza eyle.’Gerçi benceğiz garip eşek, önce sağlam kazığa bağlanıp sonra Allah’a emanet edilmeyi tercih ederdim ama olsun varsın. Umalım, yolumuz El Fatiha’ya kadar uzanmasın. Amin. O şerefsiz Oscar tıpış tıpış gelecekVatan gazetesi, Müge Anlı imzalı, Vadinin Kurtları isimli bir röportaj dizisi yayınlıyor. Ki iddiaya gel yani: Hadise ‘yılın röportaj dizisi’ şeklinde duyuruluyor.Şimdi, bu dizi hakkında yazdığımız birkaç seferde aldığımız tepkiler de malûm ama ‘belánın üzerine cesaretle yürüyen mangal yürek olayı’, Vadi’nin sakinlerinin tekelinde değil herhalde.Biz de kelleyi koltuğa almayı biliriz icabında evelallah!Hieeeeyyyyt şeklinde bir nara da şey ettirdikten sonra konuya gelelim: Nedir Allah aşkına şu Polat karakterini canlandıran Necati Şaşmaz’ın kerameti?İddiaysa, bizimki de iddia: Türk halkının yüzde seksenini al ve koy o çekim setine, Necati Şaşmaz’dan daha iyi rol de keser, racon da...Amma velákin, memlekette es kaza demo yapan herkesin iki yıla kalmadan Grammy kazanacağını söylemesi adettendir ya...Polat Abimiz, pardon, Necati Abimiz de Kurtlar Vadisi bittikten sonra, Hollywood’a yollanmaya ve evet, Oscar almaya ahdetmiş.‘Silah kullanır mıydınız?’ ve ‘Şu an silahınız var mı?’ sorularına verdiği yanıtlara bakınca, şimdiden alıştırma turlarını attığını da anlıyoruz nitekim: ‘I don’t wanna answer that!’ (Cevap vermek istemiyorum.)Ben Necati Şaşmaz’a bir sonraki projede komedi öneriyorum. Zira insanı güldürmek konusunda orijinal bir yeteneği var. İnanmayan, röportajın bir bölümüne buyursun (Parantez içindeki haddini bilmez yorumlar, bu satırların büyüyünce Pulitzer, olmadı Nobel mobel alacak yazarına aittir.):Necati Şaşmaz: Tabii ki benim oraya (Hollywood) gidişim nasıl olur, hep beraber göreceğiz. Ama öncelikle kendimi yetiştirmem gerekiyor. (Tevazuya gel!) Ve televizyon dizisinden sinemaya geçen Amerika’da araştırdığım kadarıyla Bruce Willis var. Mavi Ay’la sinemalara geçti. (Bu geçtiğimiz cümle, şahsi favorim!) Bu diziden sonra ‘Polat karakterinin üstüne nasıl geçeceksiniz?’ diye soruyorlar. Ben belki de sinemaya geçeceğim. Gideceğim Amerika’ya, beş-altı sene Hollywood’da yaşayıp, bunun sistemini çözüp, nasıl iyi bir oyuncu olabileceğimi göreceğim. Eğitim süresinden sonra belki de bir film çevireceğim. Belki de o filmle Oscar alacağım.Müge Anlı: Gözünüz Oscar’da yani...Necati Şaşmaz: Ben almazsam o bana gelecek.Oldu... Beyefendi, röportajın bir yerinde de ‘gizemini koruma’ güdüsünü, Al Pacino örneğinden yola çıkarak ifade ediyor: ‘Peki, Al Pacino’nun kaç tane röportajı var? Dünya çapında ünlü bir adam ve bildiğimiz iki tane röportajı var.’‘Sen okumadıysan biz ne yapalım?’ diye de sorulabilir tabii... Benim kendi adıma okuduğum onlarca Al Pacino röportajı mevcut zira.Ne olacaktı? Çakal Carlos mu bu?Ya da ne bileyim, Yeşil mi?Filminin promosyonu için röportaj vermek zorunda olan gariban (!) aktörün teki...
button
Yazının Devamını Oku 26 Mart 2005
<B>3 Mart 2005 / İstanbul:<br><br></B>Ben şu sigara meselesini hakikaten kapattım galiba.<br><br>Dudağıma filtre değmeksizin tastamam iki hafta geçti. Üstelik 10 gündür filan nonstop Sezen Aksu’nun Bahane’sini dinliyorum.
Bizim afacan tayfasının, en müzik delisi elemanı Suat arkamdan yaklaştı ve ‘Bu kadar gündür Sezen dinliyorsun ve hiç mi sigara içmedin yani?’ diye sordu.
O an liyakat madalyasını hak ettiğimi fark ettim. ‘Hayır’ dedim ‘bir tane bile...’
‘Gerçekten mi?’ diye sordu Suat inanamaz hállerde; ‘İkide bile mi?’
‘Valla’ dedim, ‘ikide bile...’
İki dediği, ikinci şarkı: Eskidendi, Çok Eskiden...
Murathan Mungan’ın ciğer dağlayan, insanı ağlatmadan şurdan şuraya bırakmayan şiiri ve Atilla Özdemiroğlu’nun boğaz düğümleyen müziği...
Bahane, çok acayip bir albüm... Öyle böyle değil, muhteşem...
İlk dinlediğimde ‘Nasıl yani? Bekle bekle, bu mudur?’ dediğime inanamıyorum ama öyle demiştim.
‘Hııı, güzel albüm, yani Sezen Aksu klásikleri arasına girer mi bilmem ama fena değil...’ Buydu yani, ilk tepkim...
Dinledikçe aşka düştüm; en sevdiğim üç albümü arasına rahat yerleştiririm.
Fakat sigarasız efkárlı Sezen şarkıları dinlemek, hani neredeyse sigarasız yazı yazmaktan bile zor be...
‘Hani erken inerdi karanlık / Hani yağmur yağardı inceden / Hani okuldan, işten dönerken / Işıklar yanardı evlerde / Hani ay herkese gülümserken / Mevsimler kimseyi dinlemezken / Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken / Hani herkes arkadaş / Hani oyunlar sürerken / Hani çerçeveler boş / Hani körkütük sarhoş gençliğimizden / Hani şarkılar bizi henüz bu kadar incitmezken / Eskidendi, eskidendi, çok eskiden...’
Gel de bu şarkıyı dinlerken bir sigara tellendirme...
17 Mart 2005 / İzmir:
Evet efendim; bir aylık bir antraktın ardından tekrar sigara içmeye başladım.
Fakat mevzuun mızıkçısı ben değilim; ahde vefasızlık etmedim.
Hayvan tayfasının en zayıf halkası, İstanbul’dan nedamet telefonu açtı: ‘Şu anda elimde sigara var. Döndüm kardeşim.’
‘Aaaah’ dedim; ‘Zayıf iradesine kurban olduğum, şahane biraderim; gözlerinden ve zavallı aciz tabiatından muhabbetle öperim. Bizim iddia maldon oldu yani; OHHH BE!’
Bu diyaloğun üzerine bir sigara bulup yakmam üç saniye almış mıdır?
Ve o sigarayı yakar yakmaz, dalga geçer gibi televizyonda Eskiden, Çok Eskiden’in klibi belirmemiş midir?
Allah’ın şanslı kulu muyum, lánetli kulu muyum bilemeyeceğim ama yukarılarda birileri benimle fena hálde maytap geçiyor, orası kesin...
Eskidendi, Çok Eskiden’in klibi, 50 kişilik ekiple, yaklaşık 100 bin dolarlık bütçeyle ve 16 mm.’lik filme çekilmiş bir Uğur Yücel ‘eser’i...
Olağanüstü bir oyuncu olmanın yanı sıra, müthiş de bir yönetmen olan (Yazı-Tura, zannımca bu yılın en iyi filmlerindendi.) Uğur Yücel’in Kars ve Ardahan’da çektiği kareler, ayrı bir şiir...
Aksu, otel balkonunda, tren istasyonunda, karla kaplı iskelede, donmuş Çıldır Gölü’nün üzerinde ilerleyen faytonda, Ani Harabeleri’nde, Arpa Çayı’nda seyreden atlı kızakta şarkısını terennüm ediyor.
Bembeyaz karın ortasında, kıpkırmızı paltosuyla, eskiden, çok eskiden açılmış kanlı bir yara gibi dile geliyor:
‘Ay usul, yıldızlar eski / Hatıralar gökyüzü gibi / Gitmiyor üstümüzden / Geçen geçti / Geçen geçti / Hadi geceyi söndür kalbim, uykusuzluk vakti / Gençlik de geceler gibi eskidendi...’
20 Mart 2005 / İzmir-İstanbul yolu:
Yine araf, yine araf... Bu gelmeler, bu gitmeler, yaş ilerledikçe insana sanki daha bir koyuyor.
Altı üstü iki şehir arası bir seyir. Yolda Sezen dinleyince, yarattığı efekt, sanki her seferinde daha da incelen bir Sırat Köprüsü kat etmek...
Ordayken burayı, burdayken orayı; ve her daim geçmişi özlemek, özlemek, özlemek:
‘Hani herkes arkadaş / Hani oyunlar sürerken / Kimse bize ihanet etmemiş / Biz kimseyi aldatmamışken / Hani biz kimseye küsmemiş / Hani hiçkimse ölmemişken / Eskidendi, çok eskiden...’
24 Mart 2005 / İstanbul:
Hálá durmaksızın Bahane’yi dinliyorum.
Arada başka bir şey dinlemek şöyle dursun, bir yandan bir sonraki şarkıyı dinlemek için sabırsızlanırken, bir yandan da her bitmek üzere olan şarkıyı panik hálinde başa almak istiyorum.
Toparlanmak şöyle dursun, dağıldıkça dağılıyorum. Tebdil-i Mekán’da dediği gibi Sezen Aksu’nun:
‘Nereye gitsem yanımda götürüyorum çilelerimi / Valizimde taşıyorum keşkelerimi, bilelerimi / Havalanmıyor, oyalanmıyor ruhum ne çare / Üstüne hasretle dolduruyorum filelerimi / Neresinden başlasam, eskisi gibi kolay olmuyor / Kelimelere itimadım kalmadı, işim çok zor / İri yarı, kötü kalpli, boyalı, geçgin kadınlar gibi / Dil, çöplerini naylon torbalarında saklıyor / Tebdil-i mekánda ferahlık yokmuş aslında / Acının yüzölçümü yeryüzünden çokmuş aslında...’
Oysa, var da bir yandan... Ferahlık yani...
Temiz temiz gitmiş, durmuş, dönmüş, gelmişim...
Yine de seyyah olup dünyayı dolaşsam, şu İzmir-İstanbul seferleri kadar sarsar mı, şüpheliyim.
Fakat bir şeyden adım gibi eminim: Her dem Sezen... O kadar...
Eskiden de öyleydi, şimdi de öyle...
Her Sezen albümü, bir başka ‘en sevdiğim albümlerden biri ...’
Ve bu galiba benim en sevdiğim Sezen albümü... Diğer birkaç albümü gibi...
Yazının Devamını Oku 25 Mart 2005
Bu nasıl bir hınçtır? Nasıl zapt-u rapta alınamaz bir hiddettir yani?<br> Hazır elinde bir fırsat varken, yanlışın bir yerlerinden dönebilecekken, kavgacı imajını temize çekip en azından hoşgörülü’ymüş gibi’ görünebilecekken, alenen diş bilemekte ısrar etmek...
Lüzumsuz bir iddiayı hiçbir şekilde kazanamayacağın, hepten anlamsız bir savaşa dönüştürmek...
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, kendisini yüne dolanmış bir kedi olarak resmeden karikatürü için Musa Kart’tan 5 bin YTL tazminat kazanması üzerine kopan infial cümlemizin malûmu...
Bu dava üzerine çizilen birçok karikatürün arasında şahsi favorimiz Penguen dergisinin, Başbakan’ı fil, zürafa, maymun, deve, kurbağa, yılan, inek, ördek olarak tasvir eden ve sekiz ayrı karikatürist karafından çizilmiş olan kapağıydı.
Ki işte; Erdoğan, bu kez de dergi aleyhine 40 bin YTL’lik yeni bir dava açmış bulunuyor.
Niye şaşıralım? Melih Gökçek, 11 yıllık davanın ardından ‘içine tükürdüğü’ heykelin eski yerine konulmasına karar verilmesi üzerine kalkıp eser sahibi Mehmet Aksoy’un ya da genel olarak sanatçıların gönlünü alma amaçlı herhangi bir girişimde bulundu mu?
Bilákis, yargı böyle uygun görmüş de, eh, bu durumda maalesef yapacak bir şey yokmuş da, ona kalsa o heykelin orada işi yokmuş da...
Aynı ağız, aynı salya... (Tükürük mevzuundan dolayı bana hiç laf etmeyin valla; ‘Sayın’ Gökçek’in ifadesidir neticede...)
Gelelim yeni TCK’ya... Yeni TCK’dan birkaç küçük örneğe...
KONUŞMALARIN KAYDI
Madde 133 (1): Kişiler arasındaki aleni olmayan konuşmaları, taraflardan herhangi birinin rızası olmaksızın bir aletle dinleyen veya bunları bir ses alma cihazıyla kaydeden kişi, iki aydan altı aya kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Katıldığı aleni olmayan bir söyleşiyi, diğer konuşanların rızası olmadan ses alma cihazı ile kayda alan kişi, altı aya kadar hapis veya adló para cezası ile cezalandırılır.
(3) Yukarıdaki fıkralarda yazılı fiillerden biri işlenerek elde edildiği bilinen bilgilerden yarar sağlayan veya bunları başkalarına veren veya diğer kişilerin bilgi edinmelerini temin eden kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis ve bin güne kadar adló para cezası ile cezalandırılır. Bu konuşmaların basın ve yayın yoluyla yayınlanması hálinde de, aynı cezaya hükmolunur.
ÖZEL HAYATIN GİZLİLİĞİ
Madde 134/2: Kişilerin özel hayatına ilişkin görüntü veya sesleri ifşa eden kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Fiilin basın ve yayın yoluyla işlenmesi hálinde, ceza yarı oranında artırılır.
Ve o meşhuuur MÜSTEHCENLİK maddesi:
Madde 226/2-5: (2) Müstehcen görüntü, yazı veya sözleri basın ve yayın yolu ile yayınlayan veya yayınlanmasına aracılık eden kişi altı aydan üç yıla kadar hapis ve beş bin güne kadar adló para cezası ile cezalandırılır.
(5) Üç ve dördüncü fıkralardaki ürünlerin içeriğini basın yayın yolu ile yayınlayan veya yayınlanmasına aracılık eden ya da çocukların görmesini, dinlemesini veya okumasını sağlayan kişi, altı yıldan on yıla kadar hapis ve beşbin güne kadar adló para cezası ile cezalandırılır.
Böyle yani; bundan böyle, eserleri, kıstası meçhul bir mefhum olan müstehcenlik sınırlarına dahil bir sanatçıysanız, eseriniz poşete girecek.
Hatta o poşetteki eser, ilaç gibi, çocukların ulaşamayacağı bir yerde muhafaza edilecek.
Çocuğunuz her yeri kurcalayan hiperaktif tiplerdense, o tip edebi eserleri, resimleri heykelleri hiç evinize sokmayın yanisi... Çocukları, maazallah, müzelere filan hiç yaklaştırmayın yanisi...
Ayrıca: Şimdiye dek AKP’ye methiye düzen basın, mevzuatın ucu kendine dokununca galeyana geldi diye düşünen okurlar için:
Yeni TCK, sadece basının çanına ot tıkamıyor efendim...
Meselá, yayın organlarını her türlü kayıttan kuyuttan men eden yeni TCK; devlet organlarının sadece terör örgütlerini değil, aklının düştüğü hemen herkesi izlemesine olanak tanıyor artık biliyor muydunuz?
Artık herkes, gerekli (?) görülmesi hálinde üç ay, kesmezse üzerine üç ay daha incelemeye alınabilecek.
Telefonlar dinlenecek, siviller takibe alınabilecek...
Diyeceksiniz ki ne var, hep yapılıyordu zaten...
Fakat bu artık meşru da olacak...
Önümüzdeki dönem, cümleten tıp oynayacağız anlayacağınız.
Oynamayana da ebe-sobe...
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2005
Hoşbulduk... Maazallah belki gözüm değer diye haber bülteni saatlerinde televizyon önünden geçmediğim, gazetelerden mümkün mertebe uzak durduğum ve sevdiceklerim arasında mutlu mesut, öööyle malll gibi durduğum iki hafta geçirip geldim İzmir’den...
Dün bir, bugün iki yani...
Yerinden oynamış taşların büyük bir bölümü yerine oturmuş, bünye önden deşarj, üzerine de en pozitifinden enerji yüklenmiş, bir temiz şarj olmuş.
Pek alışkın olmadığım şekilde kendimi iyi hissediyorum.
İşe gelmişim; yárenlerle sarılışmış, pek mucccuklu öpüşmüş, sevgi yumağı şeklinde yuvarlanmışım...
Kulaklarına yüz kızartıcı bir sırrı ifşa edercesine fısıldamışım:
‘Ulan insan işi özler mi, hani BU kadar özler mi, özlemişim...’
Düşünün yani, bunu bile demişim... Veee... Destur bismilláh: Hoşbulduk: Belámızı...
Belámızı bulduk...
Yapacak bir şey yok, gerekirse onu da hoş buluruz. ‘Netekim,’ hoşbulduk. Bugünün büyük bir bölümü, Prof. Köksal Bayraktar’ın verdiği ‘Ceza Kanunu Semineri’nde geçti.
11:00-16:00 arası, Yeni Ceza Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle başımıza düşecek yıldırımlar (Hık dedin mi hapis cezası, pık dedin mi hapis cezası; basını zarif bir edayla (!) otosansüre davet eden titreşime hassas bomba benzeri, muğlak mı muğlak, sivilleri üç dövüyorsa, basın-yayın organlarını beş döven, en alásından bal gibi sansür, sansür, sansür...) hakkında bilgilendirildik.
Ben 1 Nisan’da birilerinin çıkıp ‘Şaka yaptık’ demesini bekliyorum. Yapacağından eminim; zira hakikaten böylesi bir sakaletin, absürd bir 1 Nisan şakası olması haricinde, açıklaması olamaz.
Şöyle özetleyeyim: Bundan sonra haber organlarından haber beklemeyin kardeşim, veremeyiz!
Türkiye’nin önündeki dönem, seminerde de bahsi geçtiği üzre, Franco dönemi İspanyası’nı aratmıyor, öyle söyleyeyim...
Ve hazır kele kel demek serbestken, ‘AKP hükümetinin takkesi düşmüş ve keli görünmüştür’ diye eklemek de isterim.
Yarınki yazıda birkaç örnek vereceğim, bakalım sizin de kafanız tavana, çeneniz betona vuracak mı...
Vurmazsa da gidin reflekslerinizi bir doktora moktora gösterin, sizde ciddi bir arıza var demektir azizim.
Yalnız, beyin ve sinir sistemi -anında görüntü!- laçka; bugüncük beni affedin.
Bugün daha çok tazeyim ve sabahtan beri mantık içermeyen bir mantık probleminin çözümüne dair ders görmekteyim.
Yine de şimdiden, peşinen helálleşelim...
Benim seminerdeki en samimi sorum şu oldu zira: İçerden yazabilir miyiz?
İçeriden kastım, maphus damı malûmunuz. Zaten içimde uktedir; hapis yatmak gazeteciliğin şanındandır ya hani; ‘Şunun şurasında bir kapısından girip çıkmışlığımız bile yok’ diye...
Böyle bulunmaz bir fırsat sunuyor bizlere yeni Basın Kanunu’nu.
Allah’tan çoluğum çocuğum yok; yaptım yani planımı programımı; cümlenizi görüş saatlerinde ziyarete beklerim.
Ben, önümüzdeki -artık Allah ne verdiyse- aylarda, yıllarda, muhtemelen burdaki arkadaşlarla doldurduğumuz koğuşlarda pişpirik filan çeviriyor olacağım.
Ve bir yandan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne havale ettiğim davaların sonucunu beklerken, bir yandan da gülünç maphusluk hikáyelerim üzerine bir seri roman yazacağım.
Yurt dışında filmi ya da dizisi de çekilir belki; ismini ‘AKP Ekspresi’ filan koyarım. (Sormayın, bizi gidi adi medya, kahpe basın; işimiz gücümüz hükümeti eláleme şikáyet etmek!)
Dedim ya, birilerinin 1 Nisan’da çıkıp; ‘Şaka şaka, mahsusçuktan kandırdık’ demesini bekliyorum.
Ya da ne bileyim; bu yasalar, böyle, mevcut şekliyle yürürlüğe konsa bile, uygulanmayacağını, uygulanamayacağını tahmin ediyorum.
Avrupa Birliği kapılarında turladığımız bir dönemde, böylesi bir Ortaçağ zihniyetinin uygulanması, cümle áleme rezil olmaktan gayrı hiçbir şeye hizmet etmez çünkü.
Evrimin önüne geçilemez ve yanlış hesap illa ki Bağdat’tan döner çünkü.
Bu yasaları önümüze getirmiş insanlar da tarihe kötü bir şakanın altına ‘gururla’ imza atmış kişiler olarak düşerler; ola ola o olur çünkü...
Hadi bakalım... Hoşbulduk...
Yazının Devamını Oku 10 Mart 2005
Hülya Koçyiğit 9-20 Mart tarihleri arasında Almanya’nın Nürnberg şehrinde gerçekleştirilecek Türkiye-Almanya Film Festivali’ne onur konuğu olarak katılacak. Filmlerin uzun ve kısa metrajlı olmak üzere iki ayrı dalda yarışacakları festivale Türkiye’yi temsilen onur konuğu olarak davet edilen Koçyiğit, konuyla ilgili şunları söyledi: ‘Türk sinemasının ülke sınırları dışında da sesini duyuruyor olması çok güzel. Filmlerimizin Alman sinemasıyla yarışması, doğrusu heyecan verici. Böyle bir organizasyonda onur konuğu olmaktan ve de filmlerimizin dünya pazarına açılan kapılardan geçişini izlemekten mutluluk duyuyorum. Yarışmaya katılan filmlerimizin hepsinden de umutluyum. Çünkü hemen hemen hepsi çok kaliteli yapımlar. Türk sinemasını bu yarışmada başarıyla temsil edeceklerinden eminim.’
8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde, TİKAV (Türkiye İnsan Kaynakları Vakfı) yararına bir davet verildi. The Ritz Carlton Çintemani Restaurant’a düzenlenen davete, cemiyet hayatının tanınmış simaları büyük ilgi gösterdi. Psikolog İpek Tılabar’ın ‘Kadın ve Yaşamı’ konulu söyleşisinin ardından Gilan Mücevher tarafından bir de ekspozisyon gerçekleştirilen etkinlikte, ünlü mankenlerce sunulan mücevherler, davetlilerden büyük ilgi gördü. Davete katılanlar arasında Roberto Cavalli’nin mankenlik teklifini reddetmesi nedeniyle magazin basınında uzun süre yer alan Süreyya Yalçın da vardı.
Yazının Devamını Oku 6 Mart 2005
Dün sabah Gümüşsuyu’nda, evde, uzuuun metraj, duyan gelmiş kadrolu ve pek koşuşturmacalı bir rüyadan, ‘zaten yorgun’ bir şekilde uyandım. Cep telefonunun uyandırma alarmı, muharebe meydanına ilerleyen bir orduya eşlik eden trampetçilerin tonundan çalıyor.
İstanbul ile buluşulacak her güne uygun bir ‘açılış müziği...’
Sahilden, İkitelli’ye doğru akarken radyodaki haber spikeri, ‘álemzede’ sayısının gittikçe arttığını anlatmakta. Kumkapı, işte hemen şuracıkta...
O sırada, yanımızda seyreden aracın şoförü kornaya basıp el kol işaretleri yaptı.
Köstebekler için yapılmış bir devasa toplu konutu andıran İstanbul yollarında birkaç şık çukura girip çıkmışlığımız var; meğer bizim lastik patlamış...
Bir şekilde lastiği yaptırıp, gazeteye vasıl olduk.
Her yerde afişçiler vızır vızır çalışıyor.
Neredeyse Sevgililer Günü’ne döndü! Yol boyu her yerde gözümüze 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ile ilgili ‘reklam’ panoları çarpıyor.
O sırada Ziya aradı. Asmalı Ziya’da 8 Mart şerefine Gönül Yazar’ın Onur Konuğu olarak katılacağı bir gece düzenlenecekmiş!
Bir süredir orada vuk’u bulan karaoke akşamlarına katılmak gibi bir arzum var ama bu da Gönül Yazar yani; bırakın karaokeyi, yeri geldi mi tek başına Banu Alkan’lı Zaga’ya filan bile basar.
Akşam Demet’le Taksim’de buluşup bir şeyler yiyeceğiz. Sonra da Anlat İstanbul’u izlemeye gideceğiz.
Plan bu...
Gazeteden bir araçla yola çıktık. Sabah lastik patlamıştı ya, kaderin programında, akşam atraksiyonu babında da meğer trafik kazası varmış...
Binadan ayrıldıktan sonra bir-iki kilometre kat ettik etmedik, bir minibüsle çarpıştık.
Her şeye rağmen şehre ulaştık ve Ümit Ünal’ın senaryosunu yazdığı, kendisinin de dahil olduğu beş kişilik bir yönetmen grubu tarafından çekilen, her bölümü beş ayrı masala göndermelerde bulunan Anlat İstanbul’u izledik:
Taş gibi film... Film gibi film...
Senaryo şahane... Diyaloglar kesinlikle -genelde maalesef sık rastladığımız üzre- sırıtmıyor, gayet doğal ve esprili... Yönetmenler son derece başarılı... Oyuncular döktürüyor... Geç karşısına, afiyetle izle yani...
İzle derken, bizimki özel gösterimdi, film bir hafta sonra vizyona girecek.
Gece Demet’te kaldım. Ancak şehrin de ‘nispeten’ sustuğu sabahın erken saatlerinde uyuyabildim. Öğlene doğru, Teşvikiye’nin korna ve ezan sesleriyle uyandım.
İstanbul’da bir gün daha başlıyor. Bir acayip şehir ki ne üçüncü sayfa haberlerine, ne masallara sığıyor. Anlat, dinle, seyret, bitmiyor.
Yarın hasretinden prangalar eskittiğim İzmir’e doğru yola çıkacağım, şükür...
Yine de gariptir, onca çilesine rağmen, bir yanıyla gönül, daha ayrılmadan İstanbul’u özlüyor.
Abimdir, ne yapsa yeridir
Günümüzde ABD’ye kıllanmak zeitgeist’ın olmazsa olmazı; buna rağmen, söz konusu liseli ruhu oldu mu...
Ben istediğim kadar söylenebilirim ama dışarıdan kimselere bizim okula, İzmir Amerikan’a laf ettirmem yani.
Hayatımın en güzel yılları geçmiş orada. Sadece kız öğrencilerle, şahane bir şekilde eğlenerek, hayata karşı feminist feminist bilenerek, gül gibi büyüdüğümüz yer.
Yine de bizim kolejli ruhumuz Galatasaray Lisesi’nin ‘oğlanları’nın aidiyet duygusu yanında solda sıfır kalır. Ben böyle bir şey ne gördüm, ne duydum.
Okan Bayülgen gibi sivri bir adam bile, söz konusu GS Lisesi’nin o meşhur ağabey-kardeş hiyerarşisi oldu mu, süt dökmüş kediye dönüyor.
Misal, Fatih Altaylı abisinin önünde ceketinin düğmelerini iliklemeden konuşmaksızın, ‘Abim ne derse haklıdır’ tonundan çalabiliyor.
Geçtiğimiz hafta Zaga’nın Medya Arkası bölümünde, artık pesss dedim.
Bizim Evde Neler Oluyor, Size Anne Diyebilir Miyim gibi programlardan garabet sahneleri gösterdikten ve burada vuku bulan kavgaların saçmalığından o a la Okan Bayülgen üslubuyla söz ettikten sonra, bir başka programa geçti.
Bir futbol programı...
‘Rengi belli’ kimi şöhretler futbol tartışıyor. Programın bir bölümünde BJK’li Aykut Oray, GS Lisesi’nin tarihçesiyle ilgili ‘karalayıcı’ bir metin okuyor.
Bunun üzerine GS Lisesi mezunu ve fanatik GS’li Aydemir Akbaş, tabiri caizse, deliriyor.
Bir höykürmek, bir höykürmek...
Ve bilin bakalım?: Okan Bayülgen, bunu haklı bir öfke olarak lanse ediyor, hatta, işte öbür salaklar gibi değil, kızacaksan, böyle kızacaksın diyor!
Çünkü niye? Çünkü Aydemir Akbaş, ağabeyimiz. Haklı bir dava uğruna köpürüyor...
Nasıl bir terbiyeyse belletilen, bu tezgahtan geçen adamlara yemediğini yedirebilip, demeyeceğini dedirtiyor!
Devlet ex’e el atsın
Gözümüz aydın... Bir Çelik’imiz daha oldu.
Anadolu rock’ının başarılı isimlerinden Kıraç, ‘Bizde yamuk yok’ tonunu koyulta koyulta, durumu abartılı bir püriten belágata, saçmasapan bir jurnalci ağzına kadar vardırdı.
Efendim neymiş, hip hop dediğin zaten müzik bile değilmiş. Bas düğmeye, cıstak cıstak. Yaz üstüne iki söz, bitermiş!..
Zaten bu müziği yapanların hepsi uyuşturucu müptelasıymış. Bu müzik, uyuşturucu kullanmadan yapılmazmış, ona öyle söylenmişmiş...
Hem devlet el atsınmış. Ex-aşkım nasıl bir şarkıymış. Bu şarkıyla gençler, ecstasy kullanmaya teşvik edilmekteymiş!
Ex, Kıraç Bey, doktorların ölen hastaları için kullandığı bir terimdir.
İngilizce’de, geçmiş, göçmüş demektir.
Ex-aşkım, eski manitaya tekabül eden kişidir.
Olsunmuş, gençlere kötü örnek olmamak lázımmış. Türkçe tabirler torbaya mı girmiş?
İyi abi, beğenirsin beğenmezsin de bir rock müzisyeni olarak, devleti göreve çağırmak neyin nesi oluyor?
Bu yaşta ve bu uğraşta, bu ‘statükocu başöğretmen’ ağızlarını yapan bir genç adama ‘Doktorunuz bu durumunuza ne diyor?’ makamından sorarlar yani: ‘İçinizdeki çocuk ex olalı çok olmuş belli de... Hiç düşündünüz mü? Pardon, rock tarihi ve ruhu bu konuda ne diyor?’
Yazının Devamını Oku