Paylaş
Okurken içim sızladı. ‘Kadın denen varlık işte bu kadar narin bir çiçek’ dedim içimden. Suyunu, güneşini eksik etmeseniz bile onu sevmez, onu görmez, ona değerli olduğunu hissettirmezseniz soluveriyor.
Psikiyatrist ve psikologlara kadınlar her zaman erkeklerden daha çok başvurur. Kadınların mutsuzluğunun derinine inince, oralarda bir yerlerde mutlaka bir erkekle karşılaşırsınız. Kadınlar açlıktan değil ama sevgisizlikten ölür.
Bu mektubu bana yazan Sezen de sevgisizlikten yakınıyor. Bakın mektubunda neler yazmış Sezen.
BU KADAR GÖRÜNMEZ OLAMAM DEĞİL Mİ
Sayın Gülseren Hocam...
Sizin Hürriyet’teki yazılarınızı okurken ben de keşke hocaya yazabilsem diye düşünüyordum ki sanki hayat sesimi duymuş gibi, bir de baktım bize bir mail adresi verdiniz. Çok güzel bir tesadüf oldu benim için. Umarım yazdıklarımı okuma fırsatınız olur.
Ben önceden deli dolu, ele avuca sığmayan, çok renkli, çok heyecanlı, enerjisi hep yüksek bir genç kızdım. Ailem el üstünde büyüttü beni. Sonra evlendim ve yavaş yavaş içimdeki o heyecanlı, hayat dolu kız çocuğunu aldılar benden. Kitaplarınızı okurken, televizyondaki dizilerinizi izlerken o karakterden bu karaktere geçiyor ve her birinde kendime ait bir şeyler buluyorum. Her biri beni ayrı hüzünlendiriyor çünkü çok ilgisiz ve sorumsuz bir eşim var. Halbuki ben onunla uzun süre arkadaşlık ettikten sonra evlendim. Onu tanıdığımı sanıyordum ama hiç tanımamışım.
BELKİ SORUN BENDE
Ona sorsanız eşini çok seven ve eşine çok düşkün biridir. O mu yanılıyor, yoksa ben mi, anlayamadım gitti... Belki de sorun bendedir, kim bilir. İçimdekileri cümlelere döküp anlatamıyorum nedense ama kendimi öyle bir karanlıkta hissediyorum ki... Herkese yeten, herkese yetişen ben bir tek kendime yetemiyorum. Terzi kendi söküğünü dikemez misali...
Akşam eve gelip karnını doyurduktan sonra yatağa girene kadar eşimin hiç aklına gelmiyorum. Sanki ben o evde yokum. Ya telefonda izlediği videolar ya kendi zevkine göre açtığı diziler, filmler arasında kaybolup gidiyorum. Kendi dünyasında bana hiç ihtiyacı yok ve bunun hiç farkında değil. Kendi dünyasında o kadar mutlu, o kadar keyifli ki attığım sessiz çığlıkları hiç duymuyor. Geçen gün ‘Bak’ dedim, ‘Ben iyi değilim, iyi hissetmiyorum kendimi’. O gün beni sarıp sarmalamasını o kadar istedim ki, belki yanağıma bir öpücük kondurmasını... Yapmadı. Sadece ‘Seni bir psikoloğa gönderelim’ demekle yetindi.
O anda o kadar yalnız hissettim ki kendimi, sanki bedenim ruhuma küçük geldi. Fırsat bulsa ruhum uçup gidecek bedenimden. Bu kadar görünmez olamam değil mi, bu kadar fark edilmez... Ya da insanlar bu kadar kör ve sağır olabilir mi?
TOPRAĞIM KURUMUŞ
Bir çiçeğin su ve güneş ışığından mahrum kalması gibi bir şey bu. Soluyorum günden güne. Toprağım kurumuş, kendine faydası yok. Yapraklarım sararmış, dökülüyor yavaştan. Bir tomurcuk bile verse, o çiçeğe dönmekten vazgeçer. O derece bir unutulmuşluk bu.
Çocukken izlediğim bir dizi vardı: Ruhsar. Kadın ölmüştü ama dünyada geziyordu. O herkesi görüyor ama kimse onu görmüyordu. Ben de öyle hissediyorum kendimi. Dolaşıyorum öyle ama kimse fark etmiyor günbegün öldüğümü.
Dışarıdan bakınca her şey çok güzel, güllük gülistanlık. Her yer bahçe, çayır, çimen ama içimde yıkık dökük, harabeye dönmüş bir evin enkazındayım. Hatta o kadar uzun süredir oradayım ki artık o enkazda örümcekler ağ yapmaya başladı.
DIŞI SENİ İÇİ BENİ...
Benim kim olduğumu bilseniz, inanın siz bile bu mektubu yazanın ben olduğuma inanmazsınız. Çok geniş bir çevrem vardır. Dışarıdan bakan kim bilir kaç genç kız benim yerimde olmak isterdi. Dışı seni, içi beni yakar hesabı işte.
Evlenmeden önce, eşimle flört ettiğimiz zamanlar ben de aynen onlar gibi düşünüyordum. Kim bilir ne kadar mutlu olacağım, belki de dünyanın en mutlu kadını ben olacağım diyordum. O zaman kör olan ben miymişim? Onca yıl eşimi hiç mi tanıyamamışım. Yoksa onun bana gösterdiği yüz mü sahteymiş. Biz nasıl bu hale gelebildik, o deli dolu, o her yanından enerji fışkıran, gözlerinin içi gülen kız bir anda nereye gitti...
Bazen de böyle düşündüğüm, böyle hissettiğim için utanıyorum. Senin her şeyin var, böyle hissetmeye hiç hakkın yok, diyorum. Bu düşünceleri atmaya çalışıyorum kafamdan.
EVLİLİK BU MU YANİ
Eşim büyük bir işadamı. Akşama kadar çalışıyor ve eve gelmekten çok mutlu. Böyle olduğunu gözlerindeki ışıltıdan görüyorum ama o gözler beni hiç görmüyor. ‘Nasılsın hayatım?’ derken bile benden bir cevap beklemediğinin farkındayım. Aceleyle yiyor yemeğini. Sofradan kalkınca sadece benimle değil, tüm dünya ile ilişkisi kesiliyor. O elindeki telefon ve karşısındaki televizyonla meşgul. Dünyada neler olup bittiğini tek tek izlerken evdeki karısına neler olduğunun hiç farkında değil.
Evlilik bu mu Gülseren Hanım? Sadece bedensel birliktelik mi? Hayatı paylaşmak değil mi evlilik?
UMUDUM TÜKENDİ
Bir davet ya da toplantı varsa beni koluna takıp gidiyor. O davetlerde ışıl ışıl parlıyoruz ikimiz de. Çevremize toplanan insanlarla sohbet ediyor, gülüyoruz. Tıpkı mutlu insanlar gibi gülüyoruz. Arada bir o gülerken dönüp bakıyorum yüzüne. Gerçekten de mutlu görünüyor. Acaba o da bana bakınca böyle mi düşünüyor çünkü ben de çok iyi oynuyorum rolümü. Şık, bakımlı, çok mutlu bir kadın... İdeal çiftiz yani. Davet bitiyor, arabaya biniyoruz, işte orada her şey bitiyor. Yine herkes kendi dünyasına çekiliyor. Benim hissettiğim yalnızlığı o hissetmiyor olabilir mi? Onun asıl dünyası işi ve çevresi mi yoksa? Eğer öyleyse benim dünyam neresi olacak? O kocaman, o bomboş ev mi?
KAVGA BİLE EDEMİYORUZ
Çocukluğumda yaşadığım daha küçük ama bana hiç boş gelmeyen ev geliyor aklıma. Annem, babam, büyük halam ve bendik o evin sakinleri. Evimiz her zaman mis gibi yemek kokardı. Annemle babam her akşam yemekten sonra tavla oynarlar, oyun biterken de yenilen taraf mutlaka mızıkçılık yapar, yatağa küs girerlerdi. Halamla ben gülerdik onların o hallerine çünkü sabah bilirdik sarmaş dolaş kalkacaklarını. Biz kavga bile edemiyoruz eşimle.
Yıllar geçtikçe umutlarımı da alıp götürdü. Tükeniyorum.
Böyle diyen birine Gülseren Hanım ne yapsın, diyorum içimden ama yine de yazıyorum. Siz bu mesajı Hürriyet’teki köşenizde yayınlasanız, eşim de bunu okusa, bunu yazanın kendi eşi olduğunu hiç anlamaz gibi geliyor bana. Anlasa bugüne kadar anlardı zaten.
Zaman ayırıp okuduysanız eğer, ilginize çok teşekkür ederim benim sevgili hocam.
Saygılarımla...
Sezen.
ARAMAYA, SORMAYA KENDİNDEN BAŞLA
Ne kadar hüzünlü bir mektup değil mi, üstelik bize paranın, varlığın, zenginliğin, itibarın, şanın, şöhretin insanları mutlu etmeye yetmediğini ne güzel anlatıyor.
Mektubu okuyunca, yıllar önce kliniğe Anadolu’nun ücra bir köyünden gelen Asiye geliyor aklıma. Çok üzgündü, ağır depresyona girmişti Asiye. Hiçbir şeyden zevk almıyor, canı yataktan çıkmak istemiyordu. Eşi çobanlık yapıyordu köyde. Bana derdini anlatırken bir ara “Toktur Bey, benim herif beni sevmez oldu. Artık beni dövmüyor bile” demişti. O zaman kadınlara da eğer doktorsa “bey” diye hitap ederdi Anadolu insanı. Bu bir saygı ifadesiydi.
Gençtim o zaman. Asiye’nin ne demek istediğini hemen algılayamamıştım. Eşi onu dövmüyor diye bir kadın nasıl üzülebilirdi? Şimdi büyük bir işadamının karısıyla, çobanın karısının aslında tam olarak aynı şeyleri hissettiğini öyle iyi anlıyorum ki...
KADIN ‘BENİ GÖR’ DİYOR
Kadınlar biraz da yaramaz çocuklara benziyor. Eve ne zaman misafir gelse, annelerinin ne zaman önemli bir işi olsa da onlarla ilgilenemese yaygarayı koparır, annelerinin dikkatlerini üzerilerine çekmenin bir yolunu mutlaka bulur o çocuklar. Çocuklar nasıl annelerinin gözü hep üzerilerinde olsun istiyorsa kadınlar da bunu eşlerinden bekliyorlar. O kadar ki dayak yemeye bile razılar.
Bunları yazarken bir yandan gülüyor, bir yandan “Aman ha...” diyorum kendime. Sakın yazdıklarını yanlış anlamasın insanlar. Kadınların canı dayak mı yemek istiyor filan demesinler. Tabii ki böyle demiyorum ama “Beni gör” diyor kadınlar ve bu uğurda çok acı çekiyorlar.
Şimdi bir mektup da ben yazayım Sezen’e:
SEVGİLİ SEZEN...
Yazdıklarından eğitimli, iyi bir ailede özenle yetiştirilmiş bir kadın olduğunu anlıyorum. Mutlu ve renkli geçen bir çocukluğun, gençliğin ve sıcak bir aile hayatının ardından çok farklı bir ortamda bulmuşsun kendini. Bizler, erkek kadın hepimiz, iyi bir çocukluk yaşamışsak eğer, evliliğimizin de benzer koşullarda yaşanacağını hayal ederiz. Seninki pek öyle olmamış.
Eşin büyük bir işadamı ve varlıklısınız, geniş bir çevreniz var. Belki de meslek sahibisin ama çalışmıyorsun yani bir işin, seni mutlu eden, çok severek yaptığın bir hobin ya da dost deyip içini dökebileceğin arkadaşların da yok. Kendini çok yalnız hissediyorsun. Bu yalnızlık duygusu seni giderek hayattan koparmış. Hatta eşinden beklediğin ilgiyi göremedikçe bu durum seni hayattan o kadar koparmış ki hayatı, hayatın içindeki çok farklı renkleri bile unutturmuş sana.
SEN SORUYOR MUSUN
Acaba sen o evde akşama kadar ne yapıyorsun? Kukumav kuşu gibi oturup umarım eşinin yolunu gözlemiyorsun. O senin baban değil, eşin. Yani o neyse sen de osun. Ya da sen neysen, eşin de o. Sen eşinle ilgileniyor musun? Onun hatırını sorup onunla muhabbet etmenin bir yolunu arıyor musun? Bunları da sor kendine.
Onun sana anlatacak bir şeyi yok sanırım çünkü sana iş hayatından söz etmek istemediği belli ama ya senin? Senin de hayatla ilgili ona anlatacağın bir şeyler yok mu? Yarınlarla ilgili planlar, programlar yok mu? İzlediği dizilerle ilgili yorumlar da mı yok... O seninle paylaşmıyorsa geceyi, sen neden onunla paylaşmanın bir yolunu aramıyorsun? Erkekler bu konuda biraz kör, biraz beceriksizdir. Dünyamızın rengini de güzelliğini de tadını, tuzunu da arttıran hep kadınlardır. Eşinin seni sevdiği, eve gözleri parlayarak gelmesinden belli. Sadece bunu göstermenin yolunu bilmiyor. Kafası zaten kim bilir nelerle dolu. Sen o çok dolu zihinde kendinize güzel bir yer açsana. Madem o bilmiyor, bari sen ondan istediğini almanın bir yolunu arasana. Bu konuda biraz tembel olabilir misin? Kendi kendini yiyip bitireceğine arzu ettiğin ortamı sen yarat. Yaratamadın mı, o zaman hayat bütün haşmetiyle dışarıda seni bekliyor.
HAYAT ÇOK ZENGİN
Aslında mutluluğa yabancı değilsin, aşinasın. Deli dolu, ele avuca sığmayan o kız şimdi nerede diye soruyorsun. O kız emin ol içinde ve dört gözle bir gün azat edileceği günü bekliyor. Onu azat etmeye eşinin sana göstereceği ilgi yetmez zaten. O kız eskiden hayatla, hayatın içindeki her türlü güzellikle dostmuş, arkadaşmış. Evlenince bir anda tek dünyası eşi oluvermiş.
Hayat çok zengin Sezen, o sizden çok daha zengin. Hayata olan yatırımlarını bir an önce arttır. Hayata yatırım yapmak demek, onun birbirinden ilginç değerlerini görmek, sevmek, hayranlık duymak, o güzelliklerden birinin tutkunu olmak demektir. Yaşamak için birden fazla neden yaratmak demektir. Bir şeyleri idealize etmek, o bir şeyler için çalışıp çabalamak, emek verip yorulmak demektir. O yorgunluklar var ya, tadına doyulmaz onların. Bir yandan her yanın ağrırken, bir yandan sen fark etmeden yüzüne yayılıveren gülümseme demektir.
Bütün bunlar için hayatı görmek gerek Sezen’cim. O sana eminim “Gör beni” diye sesleniyor. Tıpkı eşin gibi sen de hayatın sesini, seni nasıl çağırdığını duymuyor olabilir misin?
İNAN EŞİN GÖRECEK
Eğer bir gün o eve hayatın doyurduğu mutlu, neşeli, keyifli bir kadın olarak koşa koşa gelirsen, içeri girerken eve gelmenin mutluluğuyla gözlerin parlarsa, eşinle sohbet edecek bile halin kalmazsa, inan bana o gün eşin sana bakacak, seni görecektir.
Mutluluğu kimseden, eşimizden bile borç almamalıyız. Mutluluk yaşadığımız hayatla, kendimizle, dünya ile barış içinde olduğumuz, kendimize yettiğimiz gün bizimdir. Onu artık bizden kimse alamaz.
Hayat gün gelir ağlatır, gün gelir güldürür bizi. Ama bir gün ağlayan, bir başka gün gülebiliyorsa, bütün yatırımını tek bir alana, tek bir kişiye yapmamışsa, yapayalnızken bile hayatı sevebiliyorsa, iyi yaşamak diye biz buna deriz zaten.
Bir an önce çık o sırça köşkten. Şöyle bir bak etrafına. Ben kimim, neyim, ne severim, ne sevmem, bu hayata ne gibi bir katkıda bulunabilirim diye sor kendine. Merak etme, hayat kimseye borçlanmaz, emeğinin karşılığını mutlaka fazlasıyla öder sana. Nasıl mı öder? O bu borcu en çok seni mutlu ederek ödemek ister ama seçimi genelde sana bırakır.
ÇARE İÇİMİZDEDİR
Milyarlarca insanı içinde barındıran dünyamız, üzerinde yaşayan canlıların her ihtiyacını tek tek düşünmüş. Bizi mutlu edebilmek için elinden geleni fazlasıyla yapmış ama hayatımıza bir anlam yüklemek, mutluluğu her yerde arayıp bulmak bizlere düşer. Eğer sen hayatın sesini duyacağı günü oturduğun yerden beklersen o sana hiçbir şey vermez. Bunu sakın unutma.
Çare her zaman bizim içimizdedir. Aramaya, sormaya kendinden başla istersen.
Sevgilerimle...
Gülseren Budayıcıoğlu
KAYBETTİĞİNİ DOĞRU YERDE ARA
Bakalım Sezen bu mektupta yazdıklarımı iyi değerlendirebilecek mi?
Neden bu mektubu seçtin derseniz, ülkemizde her şeyi olan, mutsuz olmayı kendine yakıştıramayan ama sonunda içi içini yiyen pek çok kadın var. Hemen hepsi de çareyi eşlerinde arıyorlar. Oysa kaybettiğimiz şeyi doğru yerde aramazsak onu ömür boyu bulamayız.
Sizler de bana mektuplarınızı drgbudayiciogluiletisim@madalyonklinik.com adresinden gönderebilirsiniz.
Haftaya görüşmek üzere hoşça kalın, sevgiyle kalın.
Paylaş