Paylaş
KRALİÇE Elizabeth’in öldüğünü, gece geç saatte telefonuma gelen mesajla öğrendim. Oysa daha yeni başbakan Liz Truss’ı kabul etmiş, ben de o gün çekilen resme dikkatle bakmıştım. Her ne kadar eskisi gibi dik duramıyorsa da, hiç de fena görünmüyordu. Hatta içimden “Maşallah, hâlâ ayakta ve hâlâ işinin başında” demiştim.
‘SENİN NEYİN OLUR’
Ölüm haberini alınca sanki iyi tanıdığım bir yakınımı kaybetmişim gibi hissettim. Hissettiğim bu duyguyu fark edince de sordum kendime, Elizabeth senin neyin olur diye.
Neyim olacak, o benim hayatımda doğduğum günden beri var olan, öyle ya da böyle kendisinden hep haber aldığım, sadece kendisini değil bütün ailesini tanıdığım, bazen hayranlıkla, bazen kızarak, söylenerek ama hep merakla izlediğim biriydi. Her şeyden önce adının başında kraliçe yazıyordu, çocuklarına da prens ya da prenses diyorlardı.
Yetmiş yıldır tahtta oturduğuna göre, demek ki ben beş yaşındayken, yani yeni yeni gözlerimi dünyaya çevirmişken, o İngiltere tahtının kraliçesi olmuştu. Beş yaşındaki bir çocuk için kraliçe ne demekse, o da benim için oydu. Yine beş yaşındaki bir çocuk için, benimle aynı yaşta bir oğlana yani Charles’a ‘Prens Charles’ diyorlarsa, o da benim için oydu işte.
MASALLAR GİBİ DEĞİLDİ
Bizler o yaşta kraliçeleri, prensleri, prensesleri masal kitaplarında okurduk. Prenseslerle onu çok seven prensler genelde iyi olurdu, onları severdik, masalları okurken kendimizi onların yerine koyar, onlarla mutlu olur, onlarla üzülürdük. O prensesleri en çok kötü kraliçeler üzerdi, bu yüzden de onları sevmezdik ama bu kraliçe galiba onlar gibi değildi.
Resimlerde çocukları yanında oluyor, çoğu zaman da bize hafifçe gülümsüyordu. Tam da biz çocuklara göre giyiniyordu kraliçe; başında kocaman şapkası, şapkasıyla aynı renk giysileri, giysilerinin pembesi, yeşili, mavisi... Bir de inci takardı boynuna. Biz de evde kraliçe olma oyunu oynarken, annem kızsa da onun köşe bucak sakladığı inci kolyesini bulur, boynumuza takardık. Ama şapkası yoktu annemin. Babamın fötr şapkaları da hep siyahtı. Bir türlü hayalimizdeki kraliçe gibi olamazdık.
Evin en büyük koltuğunu taht yapar, annemin hamur açarken kullandığı oklavanın başına renkli kâğıtlar bağlar, onu da asa diye elimize alır, sık sık yere vurarak etrafa emirler yağdırırdık. Okulda da az mı oynadık bu oyunları?
Onlar bizim hayatımızın bir parçasıydı...
DÜNYANIN GÖZÜ ORADA
Hep merak ederdik nasıl yaşadıklarını, nasıl bir sarayda oturduklarını, ne yiyip ne içtiklerini, o prens ya da prenses dediğimiz çocukların ne oynadıklarını, ne okuduklarını, nasıl gülüp, nasıl ağladıklarını, çocuklar ağlayınca, yaramazlık yapınca kraliçenin o prens ve prenses olan çocuklara nasıl kızdığını, bağırdığını, neler söylediğini.
Sadece biz mi, bütün dünya merak ederdi onları. Başbakanlar, devlet başkanları, cumhurbaşkanları hep değişiyor, bir tek o hiç kalkmıyordu tahtından. İngiltere’nin başbakanlarının adını say desen sayamazdık ama kraliçenin sülalesinin tanıyor, kim mutlu, kim mutsuz, kim kiminle evlendi, kim kime âşık oldu, karı koca kavga mı ettiler, küstüler mi, boşandılar mı, öldüler mi, hepsini biliyorduk.
İSYANKÂR PRENSESİMİZ
Bir dönem Prenses Diana daha çok dikkatimizi çekmişti, ne olsa bizim yaşıtımız, tüm hayatını ezbere bildiğimiz Prens Charles ile evlenmişti. Yeni prensesimiz ne giymiş, ne kuşanmış, yine ne tür bir yaramazlık yapmış da kraliçemizi kızdırmış, mahzun mu bakmış yoksa gülmüş mü, bir dönem de onunla uğraşmıştık. Kraliçeye boyun eğmemiş, isyan etmişti prensesimiz. Bir süre hepimizin aklı bu isyankâr prenseste kaldı. Prenses kurallara isyan ettikçe bizim gözlerimiz parladı. Bir zamanlar hayranlık duysak da kraliçe hepimizden daha güçlüydü, büyüktü, otoriteydi. Otoriteye isyan etmek de zaten herkesin hayaliydi. Kendimiz edemesek bile hiç olmazsa kraliçeye isyan eden biriyle empati yapıyor, sanki kendimiz yapmış gibi gururlanıyorduk.
‘HERKESE ÖLÜM YOK’
Bir gün aniden ölüverdi prenses! Şaşırdık kaldık... Demek prensesler de ölüyordu. Evlerde yapılan dedikoduların merkezine oturdu prensesin ölümü, her kafadan bir ses çıktı. Ah dedik, vah dedik, hem üzüldük, hem kızdık, hem söylendik, sonra onu da unuttuk. Yavaş yavaş sahnedeki yerini yine almıştı kraliçemiz. Yine dikkatlerimiz ona döndü, yani otoriteye, güçlüye, dimdik ayakta durana, yakasındaki broşa, başındaki taca...
Ona baktıkça hep birden sormaya başladık: “Yahu bu kadın kaç yaşında?”
Kaç yaşındaysa, kaç yaşında, bize ne, demedik çünkü onun yaşı bizi çok ilgilendiriyordu. O tahtın, o sarayın, o prenslerin, prenseslerin asıl sahibi, işte karşımızda duran o şapkalı kadındı ve ölmüyor, yine dimdik duruyordu. Herkes gelip geçiciydi, ondan başka.
HUZUR İÇİNDE UYU
Onun o duruşları, ciddiyeti, o ciddiyete eklediği hafif gülümsemeleri bize umut oluyordu aslında. Hayat var, devamlılık var, herkese ölüm yok diyordu bir yanımız. Tabii bizler yani hepimiz kraliçe gibi çok özeldik, vakti gelince ölen o herkesin içinde biz yoktuk.
Sonra bir gün, hem de Liz Hanım’ın başbakanlığını onayladığını gördüğümüz günden hemen sonra duyduk ki Kraliçe ölmüş.
Hadi ya!
Demek yanılmışız, demek kraliçeler bile ölüyormuş.
Yalan da olsa varmış bir umudumuz, kraliçeyle birlikte o da gitti.
Huzur içinde uyu dünyanın sevgili kraliçesi...
Paylaş