Paylaş
Ter atmak için Çınar'ın saunasına girmeye gerek yok. Dışarda hava kaynıyor. Sevimli kapı servisi elemanı ‘‘Biraz bekleyin, arabanızın soğutmasını çalıştırıp getireyim’’ diyor. Teşekkür ederek bir taksi çağırmasını rica ediyoruz. Roma'ya gidişlerimizde Vatikan'ı ziyaret edip Papa'yı görme merakımız yok ama Boğaz'a ‘‘merhaba’’ demeden İstanbul'a ‘‘Hoşçakal’’ dediğimiz de olmadı. Bu kez Emirgan'da bir dostumuza akşam yemeğine giderken bir taşla bir kaç kuş vurmaya niyetlendik.
‘‘Ataköy, Bakırköy, Samatya, Tarlabaşı, Dolapdere, Cihangir, Şişli, Mecidiyeköy, Levent, sonra da Yeniköy'de şu adres...’’ diye zigzaglı yol tarifimiz üzerine şaşkınlaşan taksi şoförü vitesi boşa alıyor, ‘‘Abi çok karışık bu, E-5'den kestirme gidelim. Veya sahilden...’’
Güzergah sıralamasını izlemesinde ısrarım üzerine yola koyuluyoruz. Yaşlı şoför herhalde kiralık ev aradığımı düşünüyor olmalı. Bir süre ağzını açmıyor. Oysa kurulu ses bandı gibi bir adam. Bakırköy'de konuşmaya başlıyor: ‘‘Burası kendi halinde bir ilçeydi yıllar önce şimdi şehir gibi, bak şu binalara, mağazalara, insan seline.’’
Tenis maçı seyreder gibi doğduğum ilçenin sağında solunda aşina manzaraları yakalamaya çalışıyorum ama nafile. Kasap Ali, berber Jirayr, Yeni Sinema, Miltiyades gazinosu, Aliço'nun kahvesi, Viyana lokantası, Halkevi kayıplara karışmış. Modern apartmanlar, renkli vitrinler, kaldırımlardan taşan satıcılar ve dolu dolu insanlar. Ve nerede eski Bakırköylüler?
Gençlikte tek bir yabancıyı teşhis ettiğimiz sokaklarda şimdi ilaç için tanıdık çehre yok. Kendine özgü havası kaçmış eski köyümün bu şehirleşmesine alışmaklığım mümkün değil.
Kavisli güzergahta dünya incisi İstanbul'un pek çok semtinin Avrupa, Latin Amerika, Uzak Doğu kentleriyle yarışacak görünüme ulaştığını farkediyoruz. Yeni iş hanları, holding binaları, toplu alışveriş merkezleri, modern villalar önü alınamayan enflasyona rağmen ülkede dinamik gelişmeyi, giderek artan iş potansiyelini yansıtıyor.
Bizi yerli turist sanarak sürekli çevre bilgisi veren şoför ‘‘Ankara'daki politikacılara rağmen Türkiye hızla büyüyor’’ diyerek düşüncelerimin içine giriyor. Ama Şişli kavşağında bu parlak tablonun arka yüzü beliriyor. Caddeyi kesen ambulansa iki polis bir sedye taşıyor. Sedye boydan boya kapalı, içinde ne olduğu belli değil. Polislerin ağzında tül maske.
‘‘Gene sahipsiz bir ölü. Ceset koktuğu için maske takıyorlar. Geçenlerde aynısına şahit oldum burada. Kimsesizin biri öldükten çok sonra çürüyen cesedin kokuları yayılınca kiracılar polise haber vermişler. Meğer öleli haftalar olmuş. Apartmanlarda komşuluk yok. Kimse kimseyi tanımıyor. Polisler böyle vakaların arttığını söylüyor. Millet birbirine ilgisiz, eski dostluklar kalmadı. Biraraya gelen insanlar yazlık evlerinden, oto modeli, cep telefon markası, bilgisayarlar, banka reposu konuşuyor. Dostluk, muhabbet, yardımlaşma kalmadı artık.
Köşe dönmüş bazıları eski arkadaşlarla görüşmek şöyle dursun ‘acaba ne isteyecek?' diye telefona dahi çıkmıyor. Büyük şehirlerde sosyal yaşam iflas etti. Avrupa medeniyetinde usül böyleymiş. Ama Anadolu'nun yoksul kasabası, az nüfuslu kentlerinde muhabbet yerinde, yalnıza yoksula sırt çevirmiyorlar.’’
Şoföre ‘doğru-yanlış' diyecek durumda değiliz. Acaba tavanda eriyen dostluklar tabanda mı birikmeye başladı, bilemiyorum. Amerika'da da Şişli'deki kimsesiz gibi bedeni kokuştuktan sonra öldüğü farkedilenlerin sayısı az değil. İnsan ilişkilerinin azalması uygarlık patlamasının faturası mı oluyor?
Ambulans siren çalarak ayrılınca şoför Maslak istikametine direksiyon kırıyor. Sağdan yola girmek üzere olan bir taksinin önünü kesiyor. Taksi yavaşlıyor, kaytan bıyıklı şoförünün gözü üstümüzde, kibarca ‘‘Buyrun geçin’’ diyor.
Mahçup ama memnun ‘‘Sağolasın’’ diyoruz. Sürünürcesine yanından sıyrılırken kaytan bıyıklı genç yüzünde yaygın bir tebessüm ‘‘Sen de sağolasın abi’’ diyerek elle selam gönderiyor. İnsanımızın gönülden dostluğu ölmüş değil.
Paylaş