Paylaş
Yan koltuktaki yolculuk komşumun zengin olduğu kesin. Sol bileğinde som altın Rolex, küçük parmağında nohut büyüklüğünde tek taş pırlanta yüzük, boynunu çevreleyen kalın kolyesi yakası açık gömleği altında ışıl ışıl parlıyor. Öndeki koltuk altına Bond stili Louis Vuitton çantasını iterken şikayete başladı: ‘‘Koca uçakta nasıl olur da birinci mevki olmaz anlamıyorum? Bu dar yerde oturamam.’’ Adam kamyon gibi, koltuğa sığacak hali yok, kolu omuzu üstüme sarkıyor, üç-beş dakika sonra nefes darlığı çekeceğim kesin. Yana çekilince de hosteslerin geçişi zorlanıyor. Uçakta ayakta seyahat mümkün değil. Mecburen katlanacağız.
Uçak tırmanışa geçerken, ‘‘Wall Street bu kez belden aşağı vurdu. Komisyoncuma güvenip gafil avlandım. İki günde altın değerindeki hisselerim toz oldu. Sen ne kadar kaybettin?’’ diye konuşmaya devam ediyor. Bu memlekette şoför, manikürcü dahi borsada oynuyor. Biz bugüne dek ne hisse gördük, ne de satın aldık. Ayıp olmasın diye ‘‘Kaybım olmadı’’ yanıtıyla soruyu savuşturuyoruz. ‘‘Sen garanticisin öyleyse, T-bond ( hazine bonosu)lara yatırıyorsun.’’
Koltuk komşum çok terliyor. Elindeki mendil sürekli alnında, çift katlı gıdığında. Borsa kriziyle ilgili şikayetleri biteceğe benzemiyor. ‘‘Pfizer'den 200 bin dolar kaybettim. Neyse ilkbahara giriyoruz, Pfizer yeniden canlanır.’’ Borsada oynamıyoruz ama bu dev ilaç firmasının hisseleriyle ilkbaharın bağlantısı ne olabilir ki? ‘‘Aşkların, arzuların uyandığı mevsim bu. Herkes bulduğunu yatağa atacak. Yaşı ilerlemiş olanlar Viagra'ya sarılacak. Mavi hapların satışı yükselecek. Viagra malum Pfizer'in. Benim 'kağıtlar' yeniden değer kazanacak.’’
Adamın medet umduğu işe bak. Önümdeki dergileri karıştırıp yanımdakine mesaj vermeye çalışıyorum. Özellikle büyük kentlerdeki Amerikalılar işte böyle parasını 'kağıt'lara yatırıp katlamaya alışıklar. İşler biraz kötü gidince dünya başlarına yıkılmış gibi oluyorlar. Son krizden sonra kimle konuşsam dokunsan ağlayacak. Kıt kanaat geçindiğini sandığım kişiler New York Borsası'nda yaşam tasarruflarının önemli kısmını kaybettiklerinden şikayetçi.
Oysa Amerika ‘‘Altın Dönemi'ni yaşıyor. Hayat standardı 200 küsur yıllık ülke tarihinde en yüksek düzeye erişmiş. Bütçe fazlası bir trilyon doları aşkın. Milyonerler sınıfına hergün birkaç yüz kişi dahil oluyor. Yalnızca kadınların sahip olduğu işyeri sayısı 7 milyon civarında. İşsizlik yüzde dört oranında, yoksulluk, ağır cürümler, çevre kirlenmesinin yarattığı sorunlar giderek azalıyor. Soğuk Harbi kazanan ülke pek çok alanda dünya lideri. Amerikan halkı Wall Street'in her iki yılda bir görülen dalgalanmasıyla köşe bucakta avuç açıp dilenecek değil ki!
Gene de yüksek gelirliden dar gelirliye insanların şikayeti biteceğe benzemiyor. Kazandığından fazlasını harcamaya alışık Amerikalılarda şikayet bir karakter özelliği. Şehir hayatının trafik yoğunluğu, lokanta ve konserlerde kuyrukta bekleme zorunluğu, kışın soğuktan, yazın sıcaktan yakınmaları, çalışma hayatının getirdiği stresle katmerleşiyor. Sosyal bilimciler ise şikayetin kökeninde huzur ve refah içindeki yaşamın devamlı olmayacağı kaygısından kaynaklandığına işaret ediyorlar. Başkan George W. Bush'un bütçe fazlasını vergi iadesiyle halka dağıtacağını söylemesi dahi Amerika'lıyı bu hususu şikayet konusu yapmaktan alıkoymuyor.
Sosyal bilimci David Myers ’’The Pursuit of Happiness'' ( Mutluluk Arayışı) adlı kitabında Amerikalıların yüksek gelir yerine giderek artan gelir tercih ettiklerini böylece emeklerinin takdir edildiğini görmek istediklerini belirtiyor. Amerikalı iki kelimeyle 'mutlu değil.' Ama yaşamdan şikayet yalnızca dünyanın en zengin ülkesinin halkına öz kusur değil. Fransız şarkıcı Jacques Brel bir şarkısında, ‘‘Zenginlerin çocukları, erenlerin çocukları, nerede şikayet etmeyen çocuklar?’’diyor.
Yerkürede günde bir doların altında parayla geçim mücadelesi veren yüzlerce milyon yoksulla tuzu kuru bu insanların yaşamını kıyasladığımızda ‘‘Rockefeller'e gözyaşı döken gözsüz kalır.’’ şeklinde tercüme edebileceğimiz bir vecizemiz akla geliyor.
Paylaş