Mesleği doktorluk, tutkusu müzik

Evin İlyasoğlu’nun yazdığı Bülent Tarcan-Bir Hekimin Senfonik Öyküsü kitabını okurken, insanların tutkularının esiri olmalarının en mutlu çözüm olduğu kanaatine vardım.

Hele meslek konusunda, ailenizin yönlendirmelerini göz önüne alıp, kendi sevdiğinizi değil, onların istediğini seçerseniz, iki gönül arasında gidip gelirsiniz.

Onun yaşamını okurken aklıma düşen ilk satırlar bunlar.

Bülent Tarcan’ı, müzikle ilgilenenler dışındaki kitleye tanıtan, 1954 yılında Yapı Kredi Bankası’nın açtığı kompozisyon yarışmasında kazandığı birincilik ödülüdür. Ferit Tüzün’ün ısrarıyla katıldığı ödülün yönetmeliğinde, "Türk halk temaları üzerine kurulu bir bale süiti" cümlesi yer almaktadır. Yarışmaya katılan besteleri ünlü Fransız besteci Arthur Honegger inceledi. Tarcan’a müjdeyi veren, gece Erenköy’deki evlerine gelen ünlü besteci, çellist, Tanburi Mesut Cemil’di.Hürriyet

*

Bülent Tarcan, bir cumhuriyet çocuğu, doğumu 23 Ağustos 1914.

Babası askeri doktor. Çocukluğundan yetişkinliğe kadar Anadolu’nun birçok kentini dolaştı. Üç kardeştiler. Zor yaşam koşulları içinde okudu, birçok kenti dolaştıktan sonra tıp doktoru oldu.

O doktor olmak istiyor muydu? Onun gönlü müzikteydi, keman çalıyordu, kemanı da notayı da kendi kendine öğrenmişti. Beste yapmaya başladı. Beyin cerrahı oldu, profesörlüğe yükseldi. Doktorlukta değil ama müzik yaşamında kırgınlıklar yaşadı, bana kalırsa hep hariçten biri gibi göründü.

Müzikle ilgili söyleşilerinde, eleştirilerle de dikkati çekti.

Doktorluk yerine müzikçiliği seçseydi diyebilirim; ama kendisi bir konuşmasında, o dünyada dönen çekememezlikleri, oyunları görünce iyi ki oraya girmedim, diyor.

Kızı piyanist Hülya Tarcan babasının, psikolojik durumunu, doktorlukla müzikçilik arasındaki gelgitini aydınlatıyor: "Enteresan bir insandı. Hem tıp, hem müzik gibi iki farklı temperaman (karakter) gösteren meslekler tıpta, beyin cerrahisi gibi son derece soğukkanlı olmayı gerektiren, hesap işi gibi bir şey yapıyor, müzikte ise fışkırıyordu.

Onun bir bilim adamı olmasının, kendisine ruhsal denge sağladığını sanıyorum. Sırf müzik ve sanata yönelmiş olsaydı, belki de çok düş kırıklığına uğramış olabilirdi."

*

Bülent Tarcan’ın hayatı, o dönemin yaşama koşullarının, Andolu’sunun bütün tablosunu vermektedir. Onun bireysel ekseninde, bir çocuğun yetişmesini, Güneydoğu Anadolu’daki isyanlardan, savaşlara kadar, onlarca engebeli yolda yürüyüşün resmidir.

Belli bir ölçüde siyasal farklılaşmaların da dipnotlarıdır.

Tarcan’ın daha çocukluktan, büyük gibi davranması ve konuşması, kişiliğinin hangi doğrultuda gelişeceğinin göstergesidir. Tedirgin bir sanatçı ruhunun, bilim adamlığına rağmen bütün belirtileri, bir yaratıcının ruhudur.

Tarcan’ın tıp alanındaki çalışmalarını okuduktan sonra, benim için önemli bölüm, müzikçiliği idi.

Kırılganlığına saygı gösterilmemesini okurken çok üzüldüm. Besteliyorsunuz, vaatte bulunuyorlar bir türlü icra edilmiyor.

Sitem ettiği, olumsuz eleştirilerde bulunduğu kişiler de kitabında yer alıyor. Örneğin Cemal Reşit Rey’i sevmesine rağmen; "Cemal Reşit asla sistemli bir pedagog değildi, fakat çok heyecanlı ve dinamik bir artist olması dolayısıyla, söylediklerinden ve çaldıklarından durmadan istifade ediyordum. Benim kompozisyon üzerindeki ilk adımlarımda onun takdir ve değerlendirmelerinin çok etkisi olmuştur. Ne çare ki, onun değerlendirmeleri hevesimi artırmakla beraber sistemsiz olduğu için fazla bir şey öğretmediği gibi bizzat kendisi de otokritikten yoksun, bir fantezist megaloman olduğu için, bana kötü etki yapmış ve ilk yazdığım şeylerde bir şey yaptığımı sanmıştım" demekten de geri kalmamıştır.

Ünlü, iyi kemancımız Ayla Erduran için 1963 yılında yaptığı beste, ancak Erduran tarafından 1990 yılında çalınabildi.

Şam Cephesi’ni, Urfa’yı anlattığı bölümler, o zamanı, askeri doktorun çektiklerini anlatması yönünden ilgi çekici. Hiç kuşkusuz en ilgi çekici olanı, küçük çocuğun müzik tutkusu.

*

Bestecinin müzik yaşamını, bestelerini öğrendiğinizde, bugün neden çalınmıyor sorusunu sorabilirsiniz ve yanıtını da alamazsınız.

Türk bestecileriyle tanışmaları, onların hakkındaki görüşleri de lezzetle okunuyor. Evin İlyasoğlu’nun sorularına verdiği yanıtlar bir CD’de yayınlanmış. Bu CD’de benim katıldığım bazı düşüncelerini söylüyor.

Ona göre bir Türk bestecisi, memleketinin musikisine bigáne olmamalı.

"Bestelerde Türk çeşnisi ararım. Benim çocukluğum Anadolu’da geçti." Çoksesli müziği kimlerin benimsediği sorusuna ise verdiği karşılık düşünmeye değer.

Ona göre, çoksesli müziğin, ülkemizdeki ilk dinleyicileri, mutlu azınlığın temsilcisi snoblardı.

Şimdi gözümün önünden kare kare Bülent Tarcan geçiyor, elinde cep partisyonu ile konseri, operayı dikkatle izliyor. Önemli bir özelliğini belirtelim, iyi bir müzik eleştirmeniydi, eleştiri yaptığı için de partisyondan izlerdi konseri.

Çoksesli müziğimiz kadar, cumhuriyet kuşağından birinin yaşamı olarak da ilgi çekici.

Kitabın içindeki CD’de bestelerinin icrası da var.

KİTAPTAN

Diken üstünde geçen çocukluk yılları

Bülent’in gözlerini açtığı ortam, bir yanda savaş kargaşası içinde bir dünya, öte yanda kavga gürültü içinde huzursuz bir evdir. Büyükbaba Halit Bey ve üvey babaanne, gelinlerini hiç sevmezler. Bülent bebeklikten çocukluğa, sürekli gerginlik yaşanan bu evde geçer ve üç yaşına bastığı yıl olan 1917’de, aile büyükleri annesini ve onu, apar topar Şam’daki cepheye, babası Ali Rıza Bey’in yanına göndermeye karar verirler. "Kadının yeri kocasının yanıdır," diyerek, yanlarına kattıkları biraz ev eşyasıyla birlikte onları yolcu ederler. Zavallı Bedia Hanım, ancak yıllar sonra geri alabileceği, kendisine ait birkaç parça çeyizi ve ev eşyasını, bir ardiyeye emanet bırakıp oğlunun elinden tutarak bu karanlık yolculuğa koyulur.

Başlarına ne geleceğini bilmeden saatler, günler sürecek tehlikeli bir serüvenin, hatta bundan sonraki nice benzer serüvenin yaşam biçimi olacak yolculukların ilkidir. Hep yeni toplanan denkler, geçici döşekler, kısa süre kalınan evlerde tedirgin yaşam... At arabalarının, tren vagonlarının, tramvayların arkasından dökülen sular... Dolayısıyla yersiz yurtsuz, diken üstünde geçen çocukluk yılları.

Konçerto meselesi

"1957’de Bülent Tarcan bir gün beni Hilton Oteli’ne yemeğe davet etti. Bana sözünü ettiği konçertoyu bestelediğini ve çalmamı istediğini söyledi. Benim aklımsa öylesine başka yerlerdeydi ki, ne onun duygularını anlayabilirdim, ne de o günkü modern müzik bilgimle bu konçertoyu değerlendirebilirdim. Zaten birkaç gün sonra David Oistrakh ile çalışmak üzere Moskova’ya gidiyordum."

Tarcan’ın kendisine verdiği konçertoya bakacak zaman bile bulamadığı gibi, nereye koyduğunu da bilmez Ayla Erduran. Böylece konçerto gün yüzüne çıkmak için yazgısını beklemeye koyulur. Yenilediği konçertonun yeniden yitirilmesi üzerine, çok alınan besteci, anılarında olaya şöyle değinir: "Bu konçertoyu yazdıktan sonra orkestrasyonunu beğenmediğim için yeni baştan orkestre ettim ve Ayla Erduran’a bu şekliyle 1963 yılında verdim. Çalacağım, çalacağım demesine ve notasını kaybettiği halde yeni bir nota vermeme rağmen ve üstelik, ’Harika bir konçerto!’ dediği halde, bugüne kadar eline almadı."

DOĞAN HIZLAN’IN SEÇTİKLERİ

Steve JonesNeredeyse Bir BalinaEvrensel Kültür

Nail Güreliİşte TürkiyeHeyamola

Per Olov EnquistKraliyet Doktorunun ZiyaretiKanat Kitap

Reşat EnisKırmızı KaranfilYordam Kitap

Ayşe KilimciŞu Ölüm DedikleriAltın Kitaplar
Yazarın Tüm Yazıları