Paylaş
Bir gecekondu mahallesinde günlük yaşam, aile ve akrabalar arasındaki ilişkiler nasıldır? Köyden gelenlerin alışkanlıkları şehirde de, özellikle İstanbul’da aynı şekliyle devam eder mi, yoksa bünye mi değiştirir? Akrabalar arası sevgi, dayanışma, çıkar düzeni hangi kurallarla sürdürülür?
İhtiyaçlar yumağı çok mu karmaşıktır?
Ali Dilber, İstanbul Falcısı romanında bu karmaşık, ilgi çekici gecekondu yaşamının ayrıntılarını anlatıyor.
Canlı tipler, sık rastladığımız ama derin kişiliklerini bilmediğimiz insanlar.
Gecekondu yapmaktan cinsel tutkulara, dinî baskılardan işçilerin sırtından geçinen küçük çaptaki istismarcılara kadar zengin bir insan galerisi. Bazı romanlar vardır ki, belli aileyi, dar bir kesiti anlatır, bazı romanlarsa birçok haneye, kişiye uygulayabildiğimiz özellikler taşır. Bir prototiptir.
Kente gelenlerin hesaplı/hesapsız, kurnazca davranışları, tutunabilmenin çaresizliğidir.
Her şey Bekir’in ağzından anlatılıyor.
“Ben Bekir, yaşım sekiz, doğuştan kamburum. ‘Tepe’ diye anılan bir yerde oturuyoruz. Evimiz, muhitimiz zor geçimli ve fakirdir. Camimiz bile varla yok arası, iri bir gecekondudan biraz hallicedir ama imanımızı ayakta tutmaya yetiyor çok şükür.
Babam haftalıkçı çalışır, anamsa... Onu nasıl anlatsam. O evin temel direğidir. Benden büyük üç kız, benden küçükse bir kız, bir erkek kardeşim var. Hiçbiri benim gibi kambur doğmamış. Hepsini çok severim, ama ikinci ablam Sevdiye... O kimselere benzemez. O benim her şeyimdir, onu çok severim, biraz da çekinirim, çünkü o aklımdan geçenleri bilebilir. Çok kere mahallede olacakları evvelden söylemişti...
Ben küçük yaştan beri gördüklerimi, duyduklarımı, akıl defterime yazarım; burada bahsettiklerimin hepsi aynen olmuştur. Bir kapı aralığından, kondumuzda ve mahallemizde olan her şeyi anlatmaya çalıştım sizlere. Boyumun aklımın yettiği kadar...”
Bekir; kambur, fiziksel eksiklerinin getirdiği ezikliği yaşayan, bunun yanı sıra herkesi, her olayı gözlemleyen, zaman zaman gerçekçi bir sezgiyle zaman zaman da marazi bir ruh durumuyla her şeyi bize aktaran bir anlatıcı.
Gecekondu mahallesinde neler oluyor?
ORTADOĞU COĞRAFYASINDAN İZLER
Bazen filmlerde, dizilerde izlediğimiz olayların gerçekten olduğuna inanır mısınız veya gazetelerde okuduğumuz haberlerin aslında birkaç kelimenin haricinde ne kadar yakıcı olduğunu bilir misiniz? Depremleri anlayabilmek için, burada yapılan evlerin inşa tarzını da, paslı demirlerin nasıl kullanldığını da okuyun.
Ortadoğu coğrafyasında gelgitler de var bu romanda.
Suriye’de hocalık öğrenenden, camiye yardıma kadar bizim güncel sorunlarımız bu romanda.
Bekir’in ağzından anlatılan romanın ilgi çekici bir tipi de Sevdiye. Bir Yunan tragedyasındaki haberci gibi felaketleri, olayları önceden seziyor, söylüyor. Yarı ermiş, yarı saf bir tip.
Romanın en etkileyici tarafları, hep aşina olduğumuz ancak dikkat etmediğimiz kimi durumları, yine aynı sıradan görüntüsü içinde, ama büyük etkilere gebe haliyle anlatıyor olmasında gizli...
“Aslında onun adı Ömer’di. Çok sonraları, dünyanın bilmem neresinde, bu Saddam denen çok lanet bir adam ortaya çıkınca herkes Ömer amcamı ona benzetmiş ve mübarek Ömer adını geri alıp ona Saddam demeye başlamıştı cümle âlem. O mübarek kandil günü, anam taraftan akraba, Suriye’de Kuran okuyan Samet’le, teyze dediğimiz anası da vardı. Zaten, bizler, Karalar köyünden olanlar hep akrabayız. Kızlar hep teyze / halaoğluyla; oğlanlar dayı / amcakızıyla evlenir. İyi de olur, içeriye ne idüğü belirsiz, it, uğursuz girmez. Böylece alacağın kızın, adamın emdiği sütü herkes bilir.”
DEĞİŞENLE DEĞİŞMEYENİN FARKI
Bekir’in mahallesindeki, caminin durumu bile diğerlerinden oldukça farklıdır. Kayıtlı bile değildir:
“Bu camiye Karalar Köyü’nden gelenlerden başkasının girmesi olanaksızdı. Zaten Safraköy’ün ahalisinden başla, aşağı Çekmece’dekilere kadar herkes ona Karalıların Camii derdi. Camilerin bir ismi olursa, bu da bizimkinin ismiydi. Ama onun hiçbir hükümet kaydında yeri yoktu. Tapusu vardı ama bizim evinki gibi bir tapu. Hiçbir yerinde cami mami diye bir şey yazmayan hisseli, koca bir arazi tapusu. O, sadece on binde bilmem kaç hisse falan filan diye yazan bir kağıtmış derdi tapu işlerine meraklı olan babam.”
Bekir’in tasvirini okuyalım, bu onu tanımak, onun durumunda olan bir insanın hislerini daha iyi anlamak için şart belki de:
“Kambur olmanın ne demek olduğunu uzun zaman anlamış değildim. Bir vakit, her doğan bebenin önce kambur olduğunu sonra büyüdükçe salınıp dikeldiğini sanırdım. Katiyen bunun bir eksiklik ya da garabet olduğunu düşünmezdim. Zaten ne düşünürsen düşün, her düşünce kalbini bozar, biraz biraz zındık olursun. Bunu bana her daim ellerini öptüğüm büyüklerim öğretmişti. Allah’ın yaptığını sen bozabilir misin, değiştirebilir misin? Hâşâ, sümme hâşâ! O insanı yarattığı gibi, yılanı da, çiyanı da, türlü türlü böceği de yaratırken ne düşünmüşse düşünmüştür. Onun orası şöyle burası böyle demek ne haddimize! Böyle şeyler az da olsa konuşulduğunda Ahmet amcam; ‘Lüzumu varmış ki öyle olmuşlar!’ derdi.”
İstanbul Falcısı, İstanbul’daki bilhassa 1970’li yılların gecekondu mahallesindeki hayatın izlerini bugüne taşıyor. Aslına bakarsanız, anlattıığı muhitler ve olaylar bugün de yaşıyor, yaşanıyor. İstanbul’daki ‘köy’leri bu romanda okuyun, değişenle değişmeyeni fark edin.
Paylaş