Roman, romancının gerçek hayatının ne kadarını yansıtır? Ahmet Cemal’in Kıyıda Yaşamak romanını okurken ve yazarken, bir türlü bu soruyu zihnimden atamadım.
Yakından tanıdığım bir insanın, romanının içinde gerçek yaşamıyla roman kurgusunu nasıl ayırabilirim?
En nesneli, roman gerçeği deyip geçmek. Yok, böyle bir yargı da, yazarın açık sözlüğüne, saydamlığına, cesaretine saygısızlık olur.
Kıyıda Yaşamak, yalnızlık, ihanet, ikiyüzlülük üzerine radikal bir tavır. Okurun bakmaktan korkacağı bir ayna.
Gerçekçi bir roman da diyebilirim. Bir yazarın çocukluğundan bugüne yetişme, olgunluğa ulaşma serüveni, zaman zaman bir Yunan trajedisi kadar acıklı. Cinsel tercihlerin izdüşümüne kadar yürekli.
Bazı romanların öğrettiği hususlara dikkat ederim. Kıyıda Yaşamak, gerçek aşkların, daha önemlisi gerçek dostlukların bir kez daha mihenk taşına vurulması konusunda bizi uyarıyor.
Uyarılara kulak verecek miyiz? Siz bilirsiniz, bedel ödemeye hazır olup olmadığınıza göre değişir bu sorunun yanıtı.
Beyoğlu, Pera çok anlatıldı, yazıldı, hep de yaldızlı bölümü sayfalara yansıdı.
Oysa Ahmet Cemal’in Beyoğlu’su; bir çocuğun merceğinden, bir kadının yüzündeki dökülmüş makyajsız bir cehennem.
Pansiyoncularıyla, fahişeleriyle, başka ülkelerden kaçıp buraya gelenlerle garip bir renk karmaşası Beyoğlu.
Levanten Beyoğlu... O zamanın anlatılacak ne kadar öyküleri varmış, diyeceksiniz bu kitabı okurken.
Bugünkü sığ yaşamlarla mukayese ettiğinizde, hep eskiyi özleyeceksiniz.
Saklanmış, her şeyi söz sanatlarının ya da kişilik oyunlarının karanlığına itmiş bir roman değil bu, cesur itirafların, ahlaki gözü karalığın kitabı.
Hiç kuşkusuz Kıyıda Yaşamak; sadece birinin gerçekten ilgi çeken yaşamı değil. Hepimizin ruh tahlillerinin yapıldığı Sen-Ben-Biz kavramları üzerine temellendirilen ama toplumsal genel geçer panoramayı çizmeyi de ihmal etmeden yazılmış bir roman.
Romanın italikle dizili bölümleriyle diğer bölümleri arasındaki uzak ve yakın akrabalıkları gözden kaçırırsanız, romanın derinliklerine inemezsiniz.
İnsan gerçeğinin somut bölümleri ile bu kavramlara başka edebi örneklerle bakışı sarmal biçimde okuyunuz. Roman kahramanın acısını daha iyi anlarsınız.
İnanç, kutsallık sevginin her türlüsü, İsa’dan Vergilius’a kadar başka zengin yaklaşımlar kazanmamızı sağlıyor.
Dikkatli bir okuyucu; bugünün dünyasından kurtulup, kavramların tarih içindeki yeriyle metni boyutlandırabilir.
Ahmet Cemal, yazarın hayatından kesitler var dediğimiz yerde, başka hayatların da ortak paydasıyla buluşuyor.
BİR HAYAT HİÇ YAŞANMADIĞI GİBİ ANLATILABİLİR Mİ
Benim için Kıyıda Yaşamak, başka kişisel bir önem de taşıyor.
Çünkü yakından tanıdığım birinin anlattığı yerlerde ben de yaşadım. Nil Lokantası’nda edebiyatçı arkadaşlarımla çok yemek yedim. Nice sohbetler ettim. Benim kuşağımdan kaç kişinin yaşamında oradan anılar vardır.
Abdülbaki Gölpınarlı, Sevim Burak, Edip Cansever, Metin Eloğlu, Sezer Tansuğ, İsmet Sungurbey, Ömer Uluç, Sina Akşin, Demir Özlü, Önay Sözer, Onat Kutlar. İsimlerini yazarken unuttuğum dostlar...
Romanın bir bölümünde okuyacağınız gibi, ‘sevgilere ihanetlerin ödüllendirildiği’ bir ortamda yaşadığımızı söylüyor.
Sevdikleri tarafından öldürülen birisi.
İnsanlar da sevdikleri tarafından farklı biçimlerde öldürülürler, Oscar Wilde’ın Reading Zindanı Baladı’nda yazdığı gibi.
Yazar, ‘Şimdi hepsi bir düş gibi.
Gerçekten yaşadık mı onları biz?’ diye sorar.
İsa ve Vergilius üzerine çeşitlemeler, gerçekten dostluk, bağlılık ile ihanet üçgeni arasındaki bütün tarihi bize aktarıyor.
Okur bu romandan sonra, ben kimim sorusunu soracaktır, kaç kişi doğru yanıtlardan sonra yıkılmayıp da yaşayacaktır.
Biyografik kesitler var dediğimizde, romancı bir cümleyle bizim yolumuzu değiştiriyor:
‘Bir hayat, hiç yaşanmadığı gibi anlatılabilir.
Nasıl yaşananlar da hiçbir zaman yaşandığı gibi anlatılamıyorsa.’
Ahmet Cemal’in Kıyıda Yaşamak romanı bireysel gelgitlerle, gerçek kesitlerle, ihaneti, dostluğu, sevgiyi irdelemesiyle eminim ilginizi çekecek bir kitap.
Denemelerini çok sevdiğiniz bir yazarın farklı bir türdeki başarısına uzak kalmayın.
KİTAPTAN
Gerçekten yaşadık mı onları biz?
Ingeborg Bachmann’dan çevirdiğim nefis bir radyo oyunu vardı. Bir adam, vitrininden ne dükkánı olduğunu anlayamadığı bir dükkana girer ve tezgahtaki yaşlı adama ne satıldığını sorar. ‘Biz düş satarız’ der adam. Müşteri ilgilenir. Adam ona üç düş gösterir. Müşteri en sonuncusunu ve en güzelini beğenir. O düşte kendini görmektedir: Gerçek yaşamda, ilişkilerini doğru dürüst yaşayamayan biridir. Ama gördüğü düşte, başta kendi kişiliği olmak üzere, her yaşadığının ahlakını savunmakta kararlı biri olup çıkmıştır.
Beğendiği düşün fiyatını sorar.
Satıcı, ‘Yaşamınızın birkaç yılı...’ der.
‘Anlamadım!’ der müşteri. ‘Parayla değil mi?’
‘Hayır. Biz düşlerimizi, müşterilerimizin hayatlarının bir bölümü karşılığında satarız!’
‘Peki, şu birkaç yıl biraz pahalı değil mi?’
‘Hayır. Bizde öyle düşler var ki, karşılığında bütün bir hayatı da isteriz...’
Müşteri, düşü almadan dükkándan çıkar ve eski yaşamına döner.
Düşlerine layık olmayı göze alamamıştır.
Yıllar önce İspanya’da geçen bir film görmüştüm. Barcelona’da yaşayan bir Amerikalı, İspanya’yı görmek üzere gelen bir arkadaşını evinde ağırlar. Bir akşam onu, Barcelona’nın liman kesiminde, paspal bir şarapevine götürür. Şarapevinde geçkince bir kadın şarkıcı arada bir şeyler söylemektedir. Oranın yerlisi olmuş Amerikalı, arkadaşına: ‘Şu kadını görüyor musun?’ der, ‘Bir zamanlar İspanya’nın en ünlü şarkıcısıydı.’ Arkadaşından şu yanıtı alır: ‘O halde şimdi böyle bir yerde şarkı söylemesi için ya çok pahalı yaşamış olmalı, ya da çok ucuz!’...
Ne zaman algılamıştım yolculuğun başladığını?
Ya da şöyle sormalıyım belki: Gerçeğe tam uyabilmesi için, nasıl tanımlamam gerekir o yıllardaki Ben’i? Ailesince hep çevreye tanıtılmak istendiği gibi ‘Karnelerini hep pek iyilerle dolu getiren, büyüklerinin sözünden hiç çıkmayan, iyi aile çocuğu oğlumuz!’ diye mi, yoksa, evet yoksa, bir türlü kocasının istediği kadar orospu olamayan anası ile, başını orospulardan ve içkiden alamayan babasının arasında açılan korkunç bir yalnızlık uçurumunun dibinde, ergenlik başlangıcının karabasanlarıyla tek başına yüzleşmeye çalışan ve sonunda karmakarışık bir cinsel kimlikle ‘seçkin’ bir yabancı okulun erkekler kısmına yatılı verilen bir ruhsal travesti adayı olarak mı?