Günceleri çok severim, diğer edebiyat türlerinin içinde, en yalını, en gizemli olanıdır.
1950 Kuşağı’nın usta öykücülerinden Demir Özlü’nün Kanal Kentlerinde adlı güncesini okurken, bir yazarı tanımak için güncelerin önemini algıladım. Demir Özlü, Türkiye’de aydın olmanın bütün cefasını çekmiş bir yazardır. Askerlikte çavuşa çıkarılmış, sürgünde yaşamak zorunda bırakılmıştır. İlk kitabından bugüne, onun bütün kitaplarında; edebiyat duyarlığı ile onun arkasındaki düşünce birikimi birbiri içinde oluşmuştur. Kanal Kentlerinde; Özlü’nün Berlin ve Amsterdam’da geçirdiği günlerin, edebî notlarından oluşuyor. Lucretius’un belleğimde yer etmiş bir sözünü anımsadım: “Ve keder atımızın terkisine biner gelir.” Demir Özlü de bir yalnız gezer, ama içine, geçmişe dönmelerle, bir yaşamın muhasebesini yapıyor. Siyasetten bireysel serüvene kadar uzayan, kaba, yüzeysel yakınmalardan uzak, etkileyici bir üslupla bunları yazıya getiriyor. Günce’de bir hesaplaşma, geçmişten bugüne bir hayat taramasını, ünlü bir yazarın yapması, okuru çok etkileyecektir. İçine yönelttiği spotların ışığında, dostları, ölenler, onların anıları, güncede her zaman alttan alta bir çizgi olarak kendini belli ediyor. Günlüklerden insanlığın ilerlemesi konusunda yardımı olacağını düşünüyor. Ne var ki, en küçük bir umut kırıntısı bile bir sonraki satırda yok olup gider. Yazmak, yaşamak, ölüm her an üzerinde gidip geldiği kavramlar. Bir edebiyatçının düşüncelerini edebiyat içinde, bir edebiyat formu içinde ifade etmesini he zaman yeğlerim. O da, “siyasi düşüncelerini hikâyenin biçimi içinde daha iyi anlattığını,” belirtiyor. Sanırım her iyi yazarın temel kurallarından biridir. Bir yazarın yabancı bir kentte -yazar için her kent hem bildiktir hem yabancı- uzun yürüyüşlerde, yalnız kalmalarda ne düşündüğünü özetliyor: “Yalnız kendi kafamın içinde yaşamaktan, kendi kendimle konuşmaktan memnunum.” Yazmak Demir Özlü için nedir? Güncenin bir yerinde 1990’da bitti, diyor. Hayır, bittiğini yazmak bile bir yazma eylemidir. Demir Özlü, onu sürdürüyor. Çünkü, “yaşam yaratıyor edebiyatı,” diyor. O zaman da yaşadıkça edebiyat yapılıyor. Demir Özlü, yüzeysel mutlulukları reddeden bir yazardır. Gerçekten de yazmak sorumluluğu -öyle midir acaba?- her an insanı trajikle başbaşa bırakıyor. Kadınların hem yaşamya hem edebiyatla olan ilişkilerinde, üzerinde durulması gereken, katıldığım bir saptamada bulunuyor: “Koskoca bir edebiyat dönemi yazarlarının âşık oldukları, yapıtlarında yücelttikleri kadınlar alt-sınıf kadınlarıysa eğer, güzellik de ,çekicilik de onlara özgü demektir.” Demir Özlü’nün güncesi, bana kitaplarını yeniden okuma duygusunu verdi. Yazarlık, yalnızlık, tek başınalık üzerine düşünmeye çağırıyor hepinizi. Bu çağda, biraz durup kendinizi dinleyin diyor. Hele kitaplıkta tutulan günce, kitaplarla yaşam arasındaki bağı ne güzel anlatıyor. Demir Özlü, sizi kanallar tkentinde dolaştırıyor, aslında sizin iç dünyanıza rehber oluyor. (Kanal Kentlerinde, Demir Özlü, Sel Yayıncılık)
KİTAPTAN
Arkadaşsızlık Bu çeşit yolculuklarda, başka kentlere gelişlerde hep Güner Sümer’i hatırlıyorum. Yanımda yaşıyor. Kente gelişime, ilk günlerime eşlik ediyor sanki. O bizi bırakıp gideli yirmi beş yıl oldu. Ne uzun bir zaman parçası. Ne kadar erken bir ölüm. Paris’te her işini kendisi yapardı. Onu, kendi işlerini yapıp dururken, kendine bakarken hayal ediyorum. Yeni bir kentte kendi yaptıklarımı onun Paris’te yaptıklarına benzetiyorum. Çünkü bir ideali vardı. İyi bir tiyatro adamı olmak istiyordu. Bunun için her şeyi yapıyordu. Günlük pratik işleri de. Yemek yapmak, küçük bir şey satın almak -bir plâk, küçük bir şey- dahildi buna. O gideli benim dünyam çok boş kaldı. Arkadaş azlığı... Arkadaşsızlık. Bu dünya yüzünde insanın başına gelebilecek felaketler içinde hiç de pek küçük olmayanı.
Yazmak Bugüne kadar Kanallar’ı yazmak olanağı bulamadım. Yazmak diyorum ama, bu yazmaktan çok Kanallar’ın keşfedilmesi serüvenine çıkmak olacak. O melankolik aşk ruhsal-durumunun, kaynağını aramaya doğru çıkılan bir yolculuk. Yazma ve onunla ilgili dil serüveni, kendi öznelliğimin altında yatanı araştırma serüveniyle bir arada gidecek. Bu öznelliğin sırları ne ölçüde ele geçirilebilecek? Herhalde, hiçbir zaman, büsbütün değil! Ama belki bir ölçüde. Bugün bu anlatının Amsterdam’a gitmeden yazılabileceğini -bu notlar üzerinde çalışırken- birdenbire fark ettim. Anlatının yaratılış süreci anlatının kendisi olabilir. Bu güne kadar gördüğüm Amsterdam kentinin solgun imgeleri de, dış dünşyanın verilmesi açısından yeterli olabilir. Böylece anlatı Nouveau Roman biçiminden kurtulacak, bambaşka, yeni, düşündürücü, felsefesel bir anlatı haline dönüşebiyecek.
DOĞAN HIZLAN’IN SEÇTİKLERİ
Faruk Nafiz Çamlıbel / Akın / YKY Dejanirah Couto / Harp ve Sulh / Kitap Yayınları İlham Süheyl Aygül / Beyaz Yakalının Seyir Defteri / Fastbook Yayınları Augustinus / İtiraflar / Kabalcı Yayınları Anjelika Akbar / İçimdeki Türkiyem / Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları