İki ödüllü öyküler

Yekta Kopan’ın Bir de Baktım Yoksun öyküler toplamı iki ödül kazandı:

Yunus Nadi Öykü Ödülü ile Haldun Taner Öykü Ödülü’nü.
Kitaba adını veren cümle: “Bugün o kadar korkuttun ki beni. Bir baktım yoksun.”
Kopan’ın öyküleri gerçekle hayalin izdüşümünde buluşuyor.
Bazen okurken, bu olabilir mi sorusunu soruyorsunuz ama birden, anlatımın içinde “evet” yanıtını veriyorsunuz.
Çünkü hayalle gerçek arasında, hatta hayaletlerle gerçek arasında gidip gelmeler, bize abes gibi gelen yaşam çeşitlemeleri içeriyor.
Öykülerin içinde sorunlar, çözümler, göndermeler bizim bir eksen çevresinde dolanmamızı önlediği gibi, yan konuları da aynı dikkat yoğunluğuyla gözden kaçırmamamızı sağlıyor.
Öykülerin başındaki bir cümle ve onu izleyen alıntılar, bizi öyküye hazırlıyor. Ama gene de bunlara birer okuma rehberi cümlesi olarak bakılmamalı.
Niçin yazıyorum sözünün yanıtını aşağıdaki bölümde bulabildim:
“Babam, herhangi bir duygu, karşı konulmaz sel misali aklının duvarlarına çarpa çarpa akmaya başladıysa, ondan kurtulmak için yazmak zorundasın, derdi.”
Sarmaşık, bir kediyi aramanın öyküsü demek, işin kolay tarafı. Yalnızca bu kadarla özetlenemez. Ama bizi bu olayın göbeğine çektikten sonra adeta bir parantez açarak, kahramanımız hayalet babasıyla konuşuyor.
Evlilikten boşanmaya, baba oğul ilişkilerine kadar birçok konu bu öyküde yer alıyor.
Babasıyla konuşurken, Ece Ayhan’ı anımsıyor yazar: “Babalarla oğullar iyi konudur, yaz yazabildiğince, coşsun kelimeler. Ama Ece’nin dediğini de unutma; oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmelidir abiler.”
Ama bir sokak kedisi Goncagül her zaman konuyu ve tempoyu dengeleyen varlık olarak görünüyor.
Portobello 22’nin alt cümlesi şu: “Sustum, anadilim sensizlik oldu.”
Bir Londra gezisi, yazar evlerini ziyaret. George Orwell’ın evinin karşısındaki kaldırıma çöküyor.
Londra’dan neler aldığını, kaleminden kitabına kadar verdiği liste, yalnız bir turistin yapacaklarını gösterdiği kadar, sıradanlığı da teşhir ediyor.
Shaw ve Wilde karikatürlü kâğıt ayraçları.
Kraliçenin muhafızlarını simgeleyen bir kalem.
Londra tasviri.
Orwell’in evinin karşısında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü okuyor.
“Londra tatiline çıkacağımı duyduğunda da, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü hediye etmişti. ‘Bunun Londra’yla ne alakası var,’ dememle uzun uzun bütün erkeklerin adı John olan Harrison ailesini, baba John Harrison’ın sarkaçsız saatinin denizcilerin hayatını nasıl değiştirdiğini, keşiflere nasıl katkı sağladığını anlatmaya başlamıştı. ‘Ben hep bu kitabı Londra’da okumayı istemişimdir. Bana kısmet olmadı ama ne mutlu ki, oğlum gidecek Londra sokaklarında Tanpınar’ın cümlelerini düşüne düşüne yürüyecek.
İşte o gün, 3 Mayıs 2003 Cumartesi günü, Portobello yolunda 22 numaralı evin, George Orwell’in evinin karşısındayım. Babamın hayalini kendimce biraz süslüyorum, kitabımı her gün bir başka yazar-evinin önünde okuyorum.”
Babasının armağan ettiği Sabahttin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sını da Berlin’deki bir kahvede dört saatte okuyup bitirmişti. Ve orada bir kızla karşılaşıyor.
Öykü, kırık hayatlardan sayfalar.
Her yerde kendini arayan insanlar.
Yekta Kopan’ın öykülerinin bir özelliği her zaman değişime, akıntıyı kesen bir olayın ortaya çıkmasına hazır olmanızdır.
Çoğu kaybedenlerin öyküsü, kazananların sığlığını -sanırım- anlatmaya tahammül edemiyor. İnsanın serüvenini kayıp kavramında buluyor.
Kırmızı, insanın tutkularının öyküsü diye özetlenebilir.
Kitabın diğer öyküleri, Battaniye, Kertenkele, İyi Uykular.
Genç kuşağın iyi bir öykücüsü Yekta Kopan. İnsanın derinliklerine iniyor, inince de ayrıntıları keşfedebiliyor.
(Bir de Baktım Yoksun, Yekta Kopan, Can Yayınları)

KİTAPTAN

Yapmam gereken tek şey var
Artık babam yok. Artık Yekta yok. Hayalle gerçek arasındaki köprüde yaşamaktan yorulmuş bedenimin dinlenmesi, aklımın yolunu belirlemesi için ilk adımı atmalıyım artık. Yapmam gereken tek bir şey var, bu kitabı bitirmek.
Okumaya en baştan başlıyorum

Evlilik tıraş makinesine benzer
Üzme kendini baba. Ben baştan biliyordum böyle olacağını. Bir hikâyende çok güzel bir benzetmen vardı senin, çok severim. Atalardan kalma geleneksel makinesine yeni takılmış tıraş bıçağı gibidir evlilik dersin hikâyenin bir yerinde. Tıraş makinesi, hem modernleşmenin hem gelenekselin simgesi. Bir yanıyla şehirli ama bir yanıyla da fazlasıyla ataerkil bir simge. Jilet yeni takıldığında, yani evliliğin ilk yıllarında dikkatli olmak lazım, elin ayarı biraz kaçarsa kanatır, parçalar. Ama gereği gibi, örneğin cilde hep aynı yönde sürülerek kullanılırsa pek güzel temizler. Birkaç tıraştan yani birkaç yıldan sonra dikkat etmeye gerek kalmaz, öyle ya da böyle tıraş eder. Asıl sorun jilet körelmeye başlayınca ortaya çıkar, o zaman ne yapsan da fayda etmez, en kösele deri bile kan revan içinde kalır. Doğru mu hatırlıyorum, böyle bir şeydi değil mi?

DOĞAN HIZLAN’IN SEÇTİKLERİ

Demir Özlü / Kanal Kentlerinde / Sel
Raymond Chandler / Büyük Uyku / Everest
Hakan Bıçakcı / Karanlık Oda / İletişim
Muhibbe Darga / Kazı Başkasının Karavanası / Can
Hamdi Koç / Rüyalarıma Giren Kadın / Doğan
Yazarın Tüm Yazıları