MURAT BELGE’nin Osmanlı’da Kurumlar ve Kültür, bir ders kitabı.
Yazarı, bu özelliğini ısrarla belirtiyor. Gerçekten de klásik tarih kitaplarından değil. Burada belki yeni bilgilerin, belgelerin ışığında bilimsel keşifler bulamayacaksınız ama daha önemlisi, yeni bir bakış açısı, yeni bir değerlendirme ölçütleri toplamı bulacaksınız.
Tarihçiler sadece tarihin alanları içinde kalanları incelerler, edebiyatı, müziği, sanatı başkalarına bırakırlardı, değindikleri zaman da sanki sayfa doldurmak içinmiş izlenimi uyanırdı. Oysa Murat Belge’nin kitabında, bu konular da yer alıyor. Bu açıdan kitap bir bütünselliğe kavuşmuş.
Önsöz’den bazı bölümleri yazıma almalıyım ki, kitabın niteliği üzerine yazarın kendi kaleminden aydınlanın:
‘Osmanlı tarihi dediğimiz oluşumda, her şeyin hesabını ya da açıklamasını vermeye kalkışmadan, dönüm noktası olduğuna inandığım evreleri ya da belirleyici rol oynadığına inandığım bireyleri, İngilizce deyimle highligt ederek, yani pertavsız ve özel ışık altına alarak, sonuçta galiba gene ‘deneme’lerden oluşan bir kitap yazmış oldum.’
Peki kitabın yazılış üslubu? Mizanpajı konusundaki açıklamalar da, bir tarih kitabında kolay okunurluğunun önemli bir özellik olduğunu belirtiyor:
‘Dinamik mizanpajıyla çekici olan, üslubu ise itici olmayan, kolay kavranırlığı öne çıkaran ve pekçok faydalı olgusal veri ve bilgiyle desteklenmiş kitaplar.’
Ders kitabı olduğunu ısrarla vurgulayan Murat Belge, kitabın niteliğini önsözde anlatıyor:
‘Dersi niye verdim? Kitabı niye yazdım? gibi açıklamalar yapmam, bunları yapmış olmaktan duyduğum mahcubiyeti de belli ediyordur. Böyle bir şey gerçekten var. Ben bir Osmanlı tarihçisi değilim. Bu da sahici bir ‘tarihçi kitabı’ değil. Bu konuya merakım her zaman çok oldu ve dolayısıyla sıradan bir insana göre çok fazla şey okudum Osmanlı tarihi üstüne. Ama sonuç olarak bir ‘Osmanlı tarihçisi’ değilim. Sıfatı böyle olan bir kişinin sahip olması gereken donanıma da sahip değilim.’
Yukarıdaki açıklamalar, gerekçeler hem kitabın özgün yönlerine gönderme yapıyor, hem de bunu başka türlü okumamızı öğütlüyor.
Murat Belge’nin tarihinde, bellediklerinizi, bildiklerinizi yeniden gözden geçirme gereği duyacaksınız. Ne övgü, ne de yergi sistemine göre düzenlenmiş.
Son dönem Türk tarihçilerinin Osmanlı tarihini nesnel bir biçemde ele aldığını söyleyen yazar, bir imparatorluğun hangi koşullarda doğduğunu, geliştiğini ve son bulduğunu sorularla önümüze getiriyor.
Bir edebiyatçının bir tarih kitabı yazmasının ilgi çekici yanı, tarihi edebiyattan iz sürerek yazmasıdır. Böylece Belge, kendi uzmanlık alanının merceğinden bakarak tarihin izini sürüyor.
‘Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecinin verilerinin yeniden bir araya getirilerek yeniden inşa edilmesi çabasında, bizim için en esinlendirici, en bilgi verici malzeme, dönemin edebiyatı olabilir.’
Bazı yargıları, kitabın yazılış anlayışını yeterince tanıtabilir. İşte böyle bir yargı:
‘Milliyetçi Osmanlı tarihçileri kendilerini ‘cengáver Türk’ ideolojisinden kurtaramamış, daha doğrusu büyük bir ihtimalle ‘kurtarma’yı zaten hiç düşünmemişlerdir.’
Murat Belge’nin Köylü İsyanları bölümünde Şeyh Bedreddin için yazdıklarından bazı satırları buraya alacağım:
‘Bedreddin’i ele alanlar, örneğin Varidat’ı inceleyen Abdülbaki Gölpınarlı, onu oldukça kesin bir biçimde İslám tasavvuf geleneğine yerleştirir. Oysa Bedreddin’in, bu kitabın başından beri değindiğimiz Anadolu heterodoks inançlar çerçevesinde ve genel Avrupa bağlamında incelenmesinin daha verimli sonuçlar doğuracağına inanıyorum.’
Burada Belge’nin görüşüne karşılık ben Gölpınarlı’nın tespitinin daha doğru olduğu kanısındayım.
Hiç kuşkusuz Osmanlı’nın kültürü konusunda yazdıkları, şimdiye kadarki tarihçilerin uzmanlık yüzünden alan dışı tuttuğu konulardır.
Bu açıdan okunduğunda, Osmanlı’nın edebi ve kültürel kimliği hakkında bilgi edineceğimizi, kuru tarihi olaylara daha kapsamlı bakabileceğimizi söyleyebilirim.
Osmanlı’da nazım ve nesir/düzyazı üzerine belirtilen düşünceler de genel anlamda doğruluk payı taşıyabilirler, özellikle düzyazı ile felsefe arasındaki bağlantının incelenmesi gerektiğine karar verebilirler. Ben gene de Divan edebiyatındaki nesir incelemesinde Fahir İz’in çalışmalarının burada hatırlanmasını isterdim.
Çünkü geçmişe daima bugünden bakan bir edebiyat tarihçisiydi.
Osmanlı’da Kurumlar ve Kültür kitabının en yararlı bölümünün 1280-1800 arasını kapsayan bölüm olduğunu rahatça söyleyebilirim.
Çünkü Politika, Ekonomi-Toplum, Sanat-Kültür ve Bilim-Teknoloji ana başlıkları altında Osmanlı ve dünya mukayeseli çalışma, Osmanlı’nın konumunu doğru tayin etmemizde önemli bir malzeme sunuyor.
Murat Belge’nin kitabından Osmanlı tarihini seveceksiniz.
Osmanlı’da Kurumlar ve Kültür, Murat Belge, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
KİTAPTAN
Aynı topraklarda çok farklı bir yapı
Sözün burasında, kendi kişisel görüşümü yazıyorum: Sanırım Osmanlı deneyiminin ‘yeni’ bir sentez olabilmesinin nedeni, bunun ‘en batıya’ uzanan, dolayısıyla o zamana kadar Ortadoğu’da görülen örneklerden daha farklı bir toplumsal eklemlenmeyi gerçekleştiren bir deneyim olmasıydı. Fatih döneminin sonuna kadar kapladığı alanla Osmanlı İmparatorluğu, aşağı yukarı, Bizans, daha doğrusu Doğu Roma İmparatorluğu’nun kapladığı alana yayılmıştı. Aşağı yukarı aynı topraklarda, ama şüphesiz çok farklı bir yapı!
İstanbul’un fethinin ardındaki gerçek sebep
Konstantinapolis’in fethinin askeri-stratejik bir önemi var mıydı? Olmadığı kolayca savunulabilir ve Çandarlı Halil Paşa’nın da bunu yaptığı tahmin ediliyor. Osmanlı Devleti’nin sınırları o sırada Balkanlar’da Sırbistan’ın büyük bir kısmını içerecek kadar genişlemişti. Bu koca ülkenin ortasında minik bir cepten başka bir şey olmayan Konstantinopolis askeri açıdan tehdit oluşturacak durumda değildi. İçin için zaten yıkılıyordu. Diplomatik olarak her zaman sorun çıkarabileceğini söylemek mümkün, ama bu da fazla ciddiye alınamazdı, çünkü kendi varlığını sürdürmesi son tahlilde Osmanlılarla iyi geçinmesine bağlıydı.
Eski Roma’dan kalan, bir tek bu sefil Konstantinopolis vardı, ama Roma’nın manevi prestiji hálá ayaktaydı ve daha yüzyıllarca da ayakta kalacaktı. Büyük Karl, Aachen’ı başkent yaptığı ‘imparatorluğu’na ‘Roma’ demeyi uygun bulmuştu. II. Mehmed zamanında Alman hükümdarları hálá -tabii teorik olarak- ‘Kutsal Roma-Germen İmparatoru’ sayılıyorlardı. Fransız İhtiláli bile, kimilerinde, Roma değerlerine yeniden hayat verme girişimi olarak görülebilmiştir. Napoleon’un kendini ‘İmparator’ ilan etmesinin ardında bile bu düşünce bulunur. Dolayısıyla II. Mehmed’in Konstantinopolis’i kendi başkenti yapma projesi, sıradan askeri stratejik hedeflerden çok daha önemli bir manevi mertebeyi amaçlıyordu.
Sanat, zenaat-işlevsellik
Osmanlı toplumunda yeşermiş ve gelişmiş sanatlar için verilecek nihai yargı, biraz acıklı olabilir. Çünkü bunların hemen hepsinin, zenaat anlayışına bağlı kaldığını ve dolayısıyla modern anlamda sanata doğru yeterince gelişmediğini söylemek gerekir. Daha önce de denildiği gibi mimariyi bir bakıma bu yargının dışında tutabiliriz; ama mimari zaten bütün dünyada zenaatla ve ‘işlevsellik’le bağlarını en yakın tutmuş olan sanat dalıdır.
Osmanlı toplumunda zenaat, sanat alanlarının ufuk çizgisini çizmiş ve belirlemiştir. Şiir gibi, zenaat kökünden türemeyen bir sanat bile, kendini o kökün imkánlarıyla sınırlamıştır.
DOĞAN HIZLAN'IN SEÇTİKLERİ
Nihan Taştekin Karganın Güldüğü Can
J. Richard Gott Einstein Evreninde Zaman Yolculuğu Arkadaş
Rona Aybay Robert Owen YKY
Gültekin Emre Melez Yom
Hasmik Stepanyan Ermeni Harfli Türkçe Kitaplar ve Süreli Yayınlar Bibliyografyası (1727-1968) Türkuaz