Bu günü Tanrı yaratmadı

Bütün savaş hikáyelerinin satırlarında ya da mısralarında sadece kan damlası yoktur. Zulüm, öldürmeler, kıyımlar arasında, acımasızlık haritasında sevecenliğin küçücük adaları da vardır. Genellikle de romanlar bunun üzerine yazılır.

Savaş meydanlarında ben bireysel sevgilere, savaşın ruh mütarekelerini sağlayan insancıllıklara düşkünümdür.

Agapi Molivyatis’in On Günün Günlüğü, Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü’nü kazanmış bir kitap.

Kitabın başında yer alan Stelyos İ. Artemakis’in Önsöz’ünü okuduğunuzda, düşmanlıklar içinde yeşeren bir dostluğun olağanüstü etkileyici havasına hazırlanmış olacaksınız:

‘Bir trajedinin günlüğü. Bir insanın yüceliğinin de günlüğü... Agapi Molivyatis’in metnini bu şekilde tanımlayabiliriz.

Kalbinden akan kanla yazılmış bir metin. Karanlıklar, ateşler, korku ve Küçük Asya Feláketi’nin sayısız ölümleri arasından, beyaz, ince boyunlu bir zambak gibi karşımıza, saf ışığın altında yıkanmış bir insanın yüzünü sunuyor. Genç bir Türk’ün yüzünü.’

Metin Önsöz’de şöyle özetleniyor: Konu, yaşananlar, mesaj.

Yazarın doğum yeri Ayvalık’taki Küçük Asya Feláketi sırasında, 1922 yılının Ağustos-Eylül ayları arasında yaşanan dram.

Molivyatis, gerçekleri açık sözlülükle anlatıyor, sakınmadan, sansürlemeden. Ölümü her an bekleyen insanların ruh halini, önlerindeki toplu kıyımları gördükten sonra yaşamaya direnen, yok edilmek istenen insanların dramı var kitapta.

Hiç kuşkusuz bu romanın içinde çok önemli mesajlar var. Birincisi, öldürmelerin, Rumları yok etmenin peşine düşenler, kendi başlarına hareket eden çeteler, buna karşılık düzenli ordunun mensubu Kemalettin ise kişisel duygularının sesine uyarak davrandıysa da, gene de bir ordu mensubu ile bir çeteci arasındaki vicdan, insaf farkını gösteriyor.

O günlerin anlatıldığı kitapta, zaman zaman arka arkaya insana tekrar gibi gelen bölümler olduğu iddia edilebilir. Ama yazar şiddetin derecesini verebilmek için gerilimden okuru uzak tutmak istemiyor.

Unutmayın ki bu, bir gecede olup biten bir olay değil, düşünün her gün aynı zulmün tekrarlandığı bir zaman dilimi.

Önsöz’de de daha sonraki bölümlerde de okuyorsunuz, bir sanal amaç uğruna, kitaptaki deyimle söyleyelim kodamanların savaşı iki halk arasındaki dostluğu düşmanlığa çeviriyor.

Molivyatis’in gerçekçiliği, Küçük Asya Feláketi’ne nesnel biçimde yaklaşmamızı sağlıyor.

Okullarda, toplantılarda çocuk yaştakilere belletilen, Megalo İdea’dır, yani Büyük Fikir.

Çetelerin nasıl insanları sokak ortasında öldürdüğünü okuduğunuzda kızmayın, çünkü yazar ardından da orada yaşayanları ayaklandıran Büyük Fikir’i de eleştiriyor. Sınıflarda buna dair şarkılar söyleniyor, bu duygu hep canlı tutuluyor.

Hastalıklı genç bir çocuğun mahkûmluk günleri, bir kız kardeşin ailesini, kardeşini kurtarmak için verdiği iç mücadele ve bunu kazanmasını sağlayan Türk Kemalettin.

Kaba yorumlara itibar ederseniz, o zaman düşman sayılan birini evinde saklayan bir hain diyebilirsiniz Kemalettin’e. Ama benim gibi insanlık merceğinden bakarsanız, o insanlığa yakışanı yapmıştır. Üstelik onun bu davranışı çok daha saygıya ve sevgiye değer. Çünkü ailesini karşı taraf öldürmüştür ama o, insancıl bir deyişi unutmamıştır: ‘Kanı kanla yumazlar.’

Göçleri, feláketleri, kıyımları anlatan kitaplarda her zaman bir yan tutulur, taraf olunmasını da yadırgamam. Molivyatis, bu aksaklıktan büyük oranda kurtulmaya çabalıyor. Hiç kuşkusuz gerçeklere yan çizmeden.

Kitapta bence tek kahraman var, Kemalettin, bir de günlüğü anlatan.

Ritmi yüksek bir yazım tekniği var, başladığınızda bitiriyorsunuz.

Tarihi tarih kitaplarından değil bu tip tanıklıklardan izlemek çok daha etkileyici, çünkü insan odaklı bir anlatım insanı savaşlara düşman ediyor.

Dinlerin, ırkların çatışmasının tarihin en karanlık sayfalarında yer aldığını biliyoruz.

Öyleyse neden yapılıyor, çünkü her zaman siyasetçiler kendi hırslarına bu iki kavramı alet ediyor.

1922’lerde bazı ülkelerin liderlerinin Büyük Fikir girişimini nasıl destekledikleri tarihlerde yazılı.

İşgal edilen bir ülkenin başkentinden yayılan hırsın Anadolu’ya yansıyışını biliyoruz, yazarın da dediği gibi kararı tarihçiler verecek ama bütün savaşları, kıyımları da o günün özgül koşulları içinde değerlendirmek gerek.

On günün günlüğü...

Kısa bir süre ama yoğunluğu ile feláketin bütün dehşetini gösteriyor.

Bu konuda belki çok kitap okudunuz, ama bu yeni bir açıdan bakıyor olaya.

İnsancıl yanıyla.

DOĞAN HIZLAN'IN SEÇTİKLERİ

Gülseli İnal Elektra Uçurumu Telos

Fride Knight Beethoven ve Devrim Çağı Literatür

Tan Oral Yüz Yüze Pan

James Lasdun Boynuzlu Adam Can

Taha Akyol Politikada Şiddet Truva

KİTAPTAN

BU GÜNLÜKTE MUTLU BİR SAYFA BİLE YOK

Bu günlüğün içinde mutlulukla dolu tek bir sayfa bile yok. Tersine, günlüğüm baştan sona acı ve keder gelgitleriyle dolu. Zaten başka türlü nasıl olabilirdi ki? Bizler, her türlü acıyı, felaketi yaşayan o dönemin çocukları, ergenleri, bütün bu acılar içimize öylesine işlemişti ki, mutluluğun, gülmenin ne demek olduğunu unutmuştuk. Bu hüzünlü dönemin kurbanı olan bizler onunla özdeşleştik, yüreğimizde bıraktığı yaralar da çok derin olduğundan, uzun yıllar boyunca, artık her şey geçtikten sonra bile, ne iyiliğe, ne mutluluğa, ne de sevgiye inanabildik. Sonraki yaşamımızın bize sunduğu mutluluklar bile, yüreğimizdeki acı kabuk bağlamış olsa da, her zaman bize egemen oldu, hiçbir şeyden tam anlamıyla zevk almamıza izin vermedi. Yaşadıklarımız güvenimizi sarsmış, bizi hiçbir şeye inanmamaya mahkûm etmişti. Hayatta kalanlarımız için bu en büyük çileydi.

MASALA BENZEYEN BİR ÖYKÜ

Çileli zihnim, olağanüstü bir hızla aradaki zamanı yok ederek, beni o keder dolu geçmişle karşılaştırdığında, bütün trajik boyutlarıyla onu yeniden yaşıyorum. Bu gecenin saatleri, genç bir kız olduğum, acı ile güzelliği aynı yoğunlukta yaşadığım, her ikisinin de dorukta olduğu o dönemin saatlerine dönüşüyor. Artık olgun bir kadın olarak o günleri anımsayıp, yeniden yaşarken bazen şaşırmak, bazen hayranlık duymak, bazen yas tutup, bazen de derin derin düşünmek için arada bir duraksıyorum.

Zamanın derinliklerinden doğan görüntüler, olaylar, insanı kahreden acımasız anılar, masala benzeyen bir öykü ve gerçek bir öykü olan bir masal. İnsanlığın yüzüne karşı, utanç ve sefillik gibi duran korku, dehşet, gaddarlık, acımasızlık, tüyler ürpertici olaylarla dolu bir öykü.

TANRI BÜYÜKTÜR DEYİP GERİ DÖNÜN

Ayvalık’ın karşısındaki Cunda adasından, epey insan kaçmaya cesaret etti. Ama Metropolit onlara yetişti. Bir tekneye atlayıp, denizin ortasında onlara ulaştı, korkmuş insanlarla dolu kayıkların önünde durup, kalbindeki acıdan doğan konuşmayı gür sesiyle yaptı. Sesi denizin ortasında yankılandı:

‘Hemşerilerim, geri dönün. Bütün bu nimetleri bırakıp nereye gidiyorsunuz, vatansız, elinizde hiçbir şey olmadan, göçmen olmanın getirdiği utanç ve sefalet içinde nasıl yaşarsınız? Türklerle uzlaşıp yine eskiden olduğu gibi yaşarsınız? Türklerle uzlaşıp yine eskiden olduğu gibi yaşayacağız. Vatanınızı her şeyin üzerinde tutun, haç çıkarıp, tanrı büyüktür deyip geri dönün.’

ALICISIZ MEKTUPLAR

Kemalettin,

Bu mektupların asla bir alıcısı olmayacağını biliyorum. Kimse de bu mektupları okumayacak. Ama ben bu mektupları yazmaya devam edeceğim. Senin için yazmaya devam edeceğim. O dehşet ve korku dolu günlerde, kök olduktan sonra güzelliğin her yerde yeşerebileceğine beni inandıran sen; işte bunları senin için yazıyorum. Kupkuru bir kayanın üzerinde bile iyilik ve güzelliğin bu narin çiçeği, küçük bir çatlak bulup kendine yer açabilir.

Tanrı herhalde o acı dolu, hazin saatlerde beni çok kolladı. Acımı hafifletip, yüreğime merhem olan gizli kaynağın, senin varlığın Kemalettin başka nasıl açıklanabilir?

İNSANOĞLUNUN BAZI DAVRANIŞLARINI AÇIKLAMAK İMKÁNSIZ

Acaba hangi güç insanoğlunu çılgınca, akıldışı davranışlar yapmaya iter? Herhalde insan ruhunun kendiliğinden yaptığı bazı davranışları sözlerle açıklamak mümkün değil. İnsan ruhunun derinliklerinde doğan bu davranışlar, oradan şiddetle, durdurulamaz biçimde su yüzüne çıkıp, mantığı, iradeyi ele geçirirler. İnsan bu güçlü, açıklanamayan duyguları yaşamadan asla ne kadar şiddetli olabileceklerini anlayamaz. İnsanı, istediği yöne çekebilen bu gücün boyutlarını kavrayamaz. Dev alevleri görüp, kesinlikle yanacağını bilmene rağmen nasıl olur da kendini bir ateşin içine atabildiğini de anlayamaz.
Yazarın Tüm Yazıları