Paylaş
AVRUPA Birliği tartışmaları Türkiye'yi ister istemez en kritik sorunsalı ile yüzleşmeye itiyor. Ülke, yukarıda ortaya attığım soruyu, bugüne dek doğrudan cevaplamadan idare etmeyi başarmıştı. Sorunun cevabının bugün itibarıyla ‘‘Askerin müsaade ettiği sınırlar içinde milli irade!’’ olarak verildiğini hepimiz biliyor ama dillendirmiyorduk, zımni bir kabul söz konusuydu. Şimdi çaresiz yüzleşmek zorundayız!
Zor da olsa, acıtsa da; bu yüzleşmeyi artık yapmak durumundayız. Sevinerek(!) kucakladığımız Helsinki kararları bizi acı gerçekle yüz yüze gelmeye zorluyor. AB adaylığını kendi irademizle seçtik. Ancak, Kopenhag Kriterleri'ne uyum çalışmaları yapma mecburiyeti, bizi temel sorunsalımızı irdelemeye itiyor.
Gazetelere göre, İnsan Hakları Üst Kurulu, Kopenhag Kriterleri'ne ilişkin son raporunda, MGK Sekreterliği'nin talepleri çerçevesinde taviz vermiş ve Anayasal vatandaşlık, dil yasağının kaldırılması vb. konular taslakta kuşa çevrilmiş. Direnen Üst Kurul Sekreterya Başkanı da görevden alınmış.
Ben kimin haklı öneriler getirdiğini tartışmayacağım. Yoksa, herkes fikrini söyler.
AB üyeliği mi, statüko mu?
Benim sorum siviller, askerin müsaade ettiği, hata direttiği alan içinde kalmaya razı olacaklar mı, olamayacaklar mı? İşte mesele bu!
Geçen hafta yaşananlar üç ana alanda sorunsalı pekiştiriyor:
1) Kanunlar ne derse desin, özde MGK Sekreterliği, içinde cumhurbaşkanı ve hükümet gibi sivillerin bulunduğu Milli Güvenlik Kurulu'na göre bir üst makam mı, yoksa Kurul, Sekreterya'nın emrinde mi? Şayet, Kurul bir üst makam ise, onun sekreterliğini yapmak durumunda olan bir alt makam, Kurul'un görüşlerini almadan nasıl kendi görüşünü oluşturuyor? Eğer Kurul bu konuda bir karar aldı ise bu karar nerede?
Ahmet Necdet Sezer, Sekreterya'nın reddettiği, YAŞ kararlarının yargıya açılması önerisine cumhurbaşkanı olacağı belli olduğu gün sahip çıkmıştı. Başbakan ise 3-4 yılda AB'ye üye olmaktan dem vuruyordu.
MGK'nın bütünü açısından bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!
2) Öte yanda yine gazetelerde, ‘‘MGK'nın Kopenhag Kriterleri için hazırlanan Üst Kurul Raporu'na koyduğu şerhte yalnız kaldığı, Genelkurmay Başkanlığı'nın tartışmalarda değişikliklere ılımlı baktığı ortaya çıktı’’ (Radikal, 20.06.2000) deniyor. Bu durumda kafalar daha da karışıyor. Genelkurmay ile Sekreterya nasıl çelişir? TSK, devamlı olarak ‘‘bir bütün’’ olma iddiasında değil midir? Sekreterya'da kimler var, Genelkurmay'da kimler?
Daha da vahimi; Genelkurmay, Milli Güvenlik Kurulu'nun 3. ve son ayağıdır.
Üçlü ayak farklı düşünüyor, emrindeki Sekreterya farklı düşünüyor!
3) Beni en çok üzen durum ise, basında çeşitli yazarların karşı çıktığı son gelişmelere, şu ana dek hükümet ve TBMM'den hiçbir tepkinin gelmemiş olmasıdır. İnsan Hakları Üst Kurulu'na üye veren çeşitli bakanlar (İsmail Cem'in tevil eden açıklaması hariç!) ve Kopenhag Kriterleri'ne uyum yasalarının asli sahibi TBMM, kendi iradelerinin hiçe sayıldığı bir gelişmede sessiz kalıyorlar! Türkiye uzmanı Alman, bir sohbetimizde uyarmıştı: ‘‘TBMM egemenliği askerden devralabilecek mi ki; AB ile paylaşmaya karar verebilsin!’’
Açık konuşalım; rekabeti sevmeyen, Ankara üzerinden rant ekonomisi ile palazlanmaya, kalitesiz mallarını millete kakalamaya alışmış iş adamları; atandıkları görevlerde haklarının çok üzerinde yetki alanı elde eden sivil ve askeri bürokratlar; araziye uyup iş takibi yapmayı tercih eden siyasiler; fikir üreterek değil, kapı kulluğuna soyundukları makamların görüşlerini açıklayarak var olan aydınlar ellerinden geldiği kadar, denetleme ve dengeleme araçlarına cevaz veren herhangi bir açık toplum önerisine karşı çıkacaklardır. Bakalım, diğerleri aynı cesareti gösterebilecek mi?
Paylaş