Paylaş
Orijinal Kurtlar Vadisi 2005’te fantastik dünyalara zıplamadan, Pars’lar, Pusat’lar, Pusu’lar patlamadan, vatan-millet-Sakarya-Fırat kasası açılmadan önce Yusuf Miroğlu Kuşçu’yla bir çatıda çay içiyordu. Kenan İmirzalıoğlu Yeşilçam’dan bu yana gördüğümüz en jön jön adamdı. Susurluk’un vurduğu hayatımızda Deli Yürek’in mafyöz hikâyeleri, kumarhane patronları, ceketli fedaileri, beli silahlı delikanlıları, ahlaki çöküntü içinde kendine dürüst bir yer arayan harbi çocuk tripleri çok rahat yer bulmuştu. Bir de Haydarinna! filan diye feci gazlı bir müziği, acayip içli aşk hikâyesi filan vardı. Biz de Süper Baba’nın yönetmen koltuğuna oturmuşluğu sebebiyle Osman Sınav’dan ‘bu ortamdan nasıl ekmek yerim?’ tavrı asla beklemiyorduk. Racon kesmelerden, Türk milliyetçiliğinden aldığı hazzı da içindeki Hollywood sevdasına verebiliyorduk. Sonuçta Mel Gibson’ın da ruhunda bir ‘patriot’ vardı. Bütün Amerikalılar kapısına bayrağını asar, ‘Marine’ler vatanlarının özgür toprakları için kahramanca ölürdü. Ağır çekimde pardösü dalgalanması, kurşunların havada uçuşması filan çok sevdiğimiz hareketlerdi. O yüzden 2003’te Kurtlar Vadisi’nin Anadolulu aktörlerinin, Steven Seagal gibi konuşmasını pek önemsemiyorduk. Üstelik, çok çılgın bir hikâye dönüyordu. Olanların yarısını anlamasanız da derin devlet komplolarıyla her perşembe üç saatlik mesaiyle aklınız patlıyordu. Kim ne derse desin, sevmek herkes için mümkün olmasa da Kurtlar Vadisi televizyon tarihimizin en ikonik yapımlarından biri olarak, iyi ya da kötü bir tatla bir yere yerleşti. Ama Çakır’ın hem dizide hem gerçek hayatta cenazesi kalktığında, biz Avrapa Birliği’ne gireceğimizi zanneder Avrupa Yakası’na güler olmuştuk.
Osman Sınav’ın üç bölüm süren Kapıları Açmak macerasıyla da Yusuf Miroğlu’nu canlandırmaya çalıştığı Acı Hayat’la da ‘hayatın boks ringlerinden ne farkı var’ klişeli Pusat’la da kimyamız tutmadı. Kavak Yelleri çok sempatikten rüzgârını arkasına almak istediği Doludizgin Yıllar da Muro’nun başarısının üzerine çöken Alayına İsyan da daha iyisi varken izlenecek gibi değildi.
2009’daysa artık ‘genel ahlak’ın her şeyin üstünde altın bir hare gibi parladığı, Osmanlı hilalinin, bayrakla kucaklaştığı yeni gelenekselcilerdik. Nefes filmi IMDB’nin Top 100 listelerine en tepelerden girmişti. Vatan, millet, neo-osmanlı filan derken Sınav’ın Sakarya-Fırat’ı TRT’nin istediği gazı verdi. Ertesi yıl, Kılıç Günü’nde gay bir çifti yatakta gösterip tepkilere karşı ‘ahlaksızlıklarını gösteriyoruz’ dedi.
Osman Sınav özel tim, mafya babaları, ölümüne kahraman askerler, ahlaksız liberallere karşı savaşan takım elbiselilerle dolu bir dünyada Hollywood rüyasını aramaya devam ediyordu. Ama bu imgelerin hepsi artık burnumuzdan fışkırdığı için, kusura bakmasın reyting yarışında ona pek destek veremedik.
Şimdi çok sipariş kokan Kızılelma’yla 2000’lerin başındaki fetişleri, bugünün şartlarında yeniden ziyaret ediyoruz. MuraD (D ile yazmayanın çenesini kıran bir tip), yeni asker/serseri/kahraman/muhafazakâr/Türk!Türk! karakterimiz. Çok büyülü gelişmeler sonucu, alıveriş yaparken keşfedilen model gibi MİT ajanı oluveriyor. Bu sırada çöle inen helikopterler, yeşil yeşil parlayan dokunmatik panelli üsler, ‘Call of Duty’ tınılı tatbikatlar filan bizi ‘Homeland’den alıp ‘G.I.Joe’ya savuruyor.
Hikâyenin içine gireriz belki biraz çabalasak da Kastamonu’daki yeğenlere selam göndermekle, fona saz tıngırtısı döşemekle içinden çıkılamayacak bir Amerikan dünyasındayız. Tüm kurgu, hikâyenin yaratmaya çalıştığı ‘über’ milliyetçi/muhafazakâr tonun aksine, sonsuz Batı koduyla yüklü. Herkes kötü bir dublajla konuşur gibi ağız oynatıyor. Olan biten hiçbir şey tanıdık gelmiyor. Osman Sınav’ın onu eskiden efsane yapan böbürlenmeli oyuncu yönetimi, kadim partneri Süleyman Çobanoğlu’nun şiirsel aforizmaları, eldeki imkânlarla epik bir şeylerden coşku umması artık o kadar yavan ki, Kızılelma’nın ideolojik boyutunu tartışmaya geçecek kadar bile ciddiye almak zor. Bu dizi belli ki, Sınav’ın düşüş döneminden çıkış bileti değil. Sektörün en kısır zamanına uygun havalı bir sipariş sadece.
Paylaş