90’lar böyle şirin bir şey değil

Birol Güven’in nostalji tramvayındaki son durak ‘Doksanlar’, yüzyılın en kimliksiz, kayıp döneminde sempatik cimcimelerle dolu bir hikâye yaratmaya çalışıyor.

Haberin Devamı

Dönem hikâyesi anlatmaya soyunanlar nostaljinin hastalıklı kollarına teslim olmaya çok meraklı. Eskiyi kutsal, bugünü yoz görme alışkanlığı garip bir anlam kargaşısıyla, tuhaf tespitlerle hikâyeye yansıyor. Birol Güven’in son zamanlarda pek sevdiği yakın tarih dizileri de bu sümüklü ‘ah ah o eski günler’ mızmızlığından mustarip. ‘Doksanlar’ın anlatıcısı liseli Özlem arada kurguya es verip ‘Bakın bu bakkal amca,’, ‘Bu çocukların topunu kesen eskici abi’, ‘Bu mahallemizin en yakışıklı oğlanı’ filan gibi Susam Sokağı’na bağlamak yanında, arada bir de Sunay Akın’laşıyor.
Mesela, “O zamanların büyüsü neydi bilmiyorum ama bütün dertlere rağmen hayat devam ediyordu. Umut etmeyi, sabretmeyi biliyorduk. Mutluluk her şeye sahip olmak değildi. Belki de zaman zaman bir çılgınlık yapabilmekti mutluluk!” diye ortaokul kompozisyonu tadında ah o saf ve temiz duygularla, dostlukla yaşadığımız mahallenin ruh halini anlatıyor.
Yani diyor ki, şimdi Facebook’tan çıkmayan, plazadan rezidansa koşan, yediğini Instagram’a, küstüğünü Twitter’a koyan ruhsuzlar, bakın lastik top hoplatıp, Atari salonunda ‘aduket’ çekerken ne tatlıydık, Hakan Peker efsaneydi, gerisini siz düşünün.
Ama cimcime Özlem düpedüz yalan söylüyor.
Çünkü 90‘lar hiç de öyle sempatik filan değildi. 20. yüzyılın en pasif, en yılgın, içine kapanık kuşağının anasıydı. Özlem ‘sabretmeyi biliyorduk’ derken de, her melanete eyvallah demekten, ezikliğe doymamaktan söz ediyor olmalı.
Dizinin sloganı ‘sokakta oynayan son çocuklar’ romantizminin de içi epey boş. Çünkü mesela Gezi olaylarında da gördük ki sokakta son oyunu oynayıp şimdi 30’lu yaşlarını uğurlamaya hazırlanan kuşak, bugün evinde oturup GTA’da asfaltı ağlatan çocukların peşine takılmaktan başka bir halt yapamadı.
Birol Güven, yine eski alışkanlıklarıyla tutan işin, ‘Seksenler’in ekmeğini yemek istiyor. Ama iki Hakan Peker, bir Street Fighter, Müjde Çorap ve Tom Cruise posteriyle olacak iş değil bu.
Kurgusal işleri güzelleştiren ince ayrıntılardır. İzleyicinin gözüne sokulmayan, dikkatli bakınca fark edilen, böylece fark edeni olduğundan zeki hissettirip egosunu okşayan gizli detaylar, dönem hikâyelerinin ruhunu, dramların ağırlığını, komedinin zekâsını üstlenir. ‘Doksanlar’da ise bunun tam tersi, bizi tamamen aptal yerine koyan, bir eski eşya deposundaymışız gibi birbiri ardına üzerimize çullanan kaba imgelere maruz kalıyoruz. Yıl 1990. Habire Sezen Aksu’dan Gidiyorum dinliyoruz, kelebekli tokayla saçları geriyoruz, kremalı bisküvinin ortasını kemirip, Atari salonuna koşuyoruz, ‘herildin ofkorsluyoruz’, Beşiktaş şampiyon, hanımefendiler azıcık parayı bulunca Semra Özal, kızlar İpek Ongun’un ‘Yaş 17’si.
Güçlü senaryo her zaman diliminde işler. ‘Doksanlar’ çok basit bir ayrılık sahnesini bile janrın sınırları içinde tutmaktan aciz. Sezen Aksu “Acılarımız tarih kadar eski” diye kalp dağlarken ‘Canısıı’ diye bağıran bir adamı izlemek hem komediye hem drama haksızlık. Bir şaka hiti yakalama derdiyle bakkala 72 kere ‘işin sonuna bak’ dedirtmeyi sitcom raconundan saymak espri anlayışımıza hakaret.
Beni de 90’lar büyüttü. Kalemle kaset sardığım yılları apayrı bir yerde tutuyorum. Ama maalesef bu ‘Doksanlar’ kalbimi bir teneke kadar tıngırdatmıyor.

Yazarın Tüm Yazıları