Çerçevesiz fotoğraflar

Geçen gün digital fotoğraf makinesinden görüntüleri boşaltırken fark ettim.

Hayatımızdaki fotoğraflar ne kadar değersizleşti.

Bilgisayarımda oraya buraya attığım abuk sabuk dosyaların içinde bir zamanlar bir yerlerde çektiğim fotoğraflar çıkıyor.

Tatilde, arkadaşlarla eğlencede, onunla, bununla... Eşin dostun çekip daha sonra maille gönderdikleri...

Yüzlerce fotoğraf karesi...

Bu digital makineler fotoğraf karelerini de değersizleştirdi.

Eskiden pahalı bir şeydi fotoğraf karesi.

Önce 36'lık 24'lik filme para verirdiniz, sonra o film kartuşunun bitmesini beklerdiniz, sonra fotoğrafçıya tab ettirmek için götürürdünüz.

Baskının boyutlarına ve kaç tane istediğinize göre de para verirdiniz.

Yani albüme giren her kare fotoğrafta bir emek vardı.

* * *

Şimdi her çekilen kareden sonra aynı replik var; "Bakayım nasıl çıkmışım".

Beğenmediysen bir daha çek!

Digital makinede ya da fotoğraf makinesinde çektiğim fotoğrafların çoğunu daha sonra siliyorum.

Çünkü çoğu laf olsun diye çekiliyor. Hepsi bedava, hiçbirinde emek yok.

Silinmeyenler bilgisayarda yok olup gidiyor, en şanslıları CD'ye kaydoluyor.

Zamanında bir iki tane CD'ye kaydettirmiştim.

Ama onlar da müzik CD'leri DVD'lerin arasında kimbilir nerede?..

Diyelim ki buldum; tut bilgisayarı aç, CD'yi koy, peşpeşe çekilmiş yüzlerce kareyi izle...

Hani evimize kız arkadaşımızı çağırıp, "Bak göstereyim" diyeceğimiz bir albümümüz bile kalmadı.

Yanyana oturup, albümün sayfalarını çevirirken kızın eline dokunacağımız bir ortamı çok gerilerde bıraktık.

Bırak kız arkadaşa göstermeyi, en son bir fotoğraf albümünü ne zaman elime aldığımı bile hatırlamıyorum.

Artık fotoğraflar çerçevesiz...

Solmuyorlar, kırışmıyorlar.

Ama daha sevgisiz...

Pınar Dilşeker: Volume II

İlk bölümü ekim ayı sonunda izlemiştik. Boşandığı eşi Çetin Yılmaz'ın oğlunu kaçırdığını ve kendisine göstermediğini söyleyen Pınar Dilşeker, "Gerçek Aliye" olarak sunulmuştu bize.

İki akşam üstüste gözyaşları içinde haber bültenlerine çıkmıştı.

Biz olayın mutlu sonla bittiğini sanıyorduk.

Öyle değilmiş!

Volume II, önceki akşam hastane sahnesiyle açıldı.

Pınar Dilşeker, serumlar bağlanmış bir halde kameraların karşısına çıktı.

Sonradan abisinin kameralara okuduğu intihar mektubundan öğrendik ki, Pınar Hanım oğlunu bayramda göremeyince bir kutu hap içmiş, "Artık yaşadıklarımı kaldıramıyorum" demiş.

Sahne Pınar Dilşeker'in kameralar önünde midesinin bulanması, kusmaya çalıştığı görüntülerle son buldu...

Ben bu işin başından beri reklam amaçlı kullanıldığını düşünüyorum. Dilşeker, bu dram hikayesinin tuttuğunu gördü, "Gerçek Aliye" rolünü sevdi.

Çünkü hiçbir hastanın odasına, hastanın kendisi ya da yakınları izin vermediği sürece, objektif ve kameralar giremez.

Dilşeker'in odası gazeteciden geçilmiyordu.

Hatırlarsanız bir süre önce Semra Hanım'ın hastane odası da aynıydı!

Ekim ayında, "Aliye'yi biraz ağdalı bir dizi olarak görürüm ama o bile Pınar Dilşeker'in hikayesi yanında gerçekçi kaldı" demiştim...

Bu gidişle Dilşeker'in hikayesi, bölüm sayısında da Aliye'yle yarışacak...

Gazeteciler sayın derse...

Mehmet Ali Ağca'nın tahliyesi sırasında dikkatimi çekti...O kargaşa içinde bazı muhabir ve kameramanlar Mehmet Ali Ağca'ya, "Sayın Ağca" diye bağırıyorlardı.

Kulaklarıma inanamadım.

Katilliği tescilli birine gazeteciler "Sayın" diye hitap ediyor.

Muhabir arkadaşlar Ağca'da nasıl bir saygınlık gördüler anlamadım!

Aynı gün TGRT de, Ağca için "katil zanlısı" demişti...

* * *

Bu Mehmet Ali Ağca olayında Mercedes'in ciddi bir imaj kaybına uğradığını düşünüyordum, pazar günü Ali Saydam, Sabah'ta yazdı.

Dünyanın en önemli otomobil markası, Türkiye'de birden katillerin, karanlık işler yapanların arabası olarak özdeşleşti.

Mercedes için bundan kötü bir reklam olamazdı.

Ağca'nın tahliyesinden Türkiye kadar Mercedes de yara aldı.

Bar önünde otomobiller

Lüks restoranların önünde park etmiş son model arabaların bazen pazarlama tekniği için kullanıldığını biliyor muydunuz...

Bazı araba markaları, yüksek segment ve pahalı modellerini şehrin en lüks restoranlarının önüne müşteri arabasıymış gibi koyuyor.

Bunun için restorana para bile ödüyorlar.

O araba markası biliyor ki, o lüks restoranlara gelen müşteriler o pahalı arabayı alabilecek hedef kitle...

Barın önündeki arabayı bir müşteri bile görüp beğense ve alsa yeter!

O yüzden lüks restoranların önündeki her son model arabayı müşterilerin sanmayın.

Pazarlama tuzağı olabilir!
Yazarın Tüm Yazıları