Paylaş
Türkiye’nin Ege’sinde esen hafif bir meltem, Orta Asya’nın derinliklerinde ta Pamir dağlarında bir güçlü yel gibi hissedilebilir. Akdeniz’deki çalkantı, Karadeniz’i çevreyelen alanda, Rusya Federasyonu’nun içlerinde sezilir. Türkiye’nin titreşimleri, Batı’da Balkanlar’da, Doğu’sunda Kafkasya’da izlenir. Türkiye’nin iç dinamikleri, Avrupa’nın Batı’sına, orayı aşıp Atlantik üzerinde “uluslararası sistemin patronu”nun başkentinde Washington’da değişik siyasi şahsiyetler, çıkar grupları arasındaki tartışma ve çekişme konusu olabilir. Körfez ve Ortadoğu, “projektörleri”ni Türkiye üzerinden ayırmazlar.
Türkiye, Türkiye’den hep “daha büyük” olmuştur; Türkiye’nin ifade ettiği “anlam”, her vakit kendi sınırlarının ötesine taşmıştır.
Bu, hep böyle değildi. Yaklaşık 20 yıldır böyledir. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana.
Türkiye, 1923-1989 arasında, daha ziyade “kendi içinde yaşayan” bir ülkeydi. Bir “İmparatorluk enkazı”nın bir bölümünde kurulan yeni cumhuriyet, dünyanın yeniden dizayn edildiği Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında, bir “varoluş süreci” yaşıyordu.
“İki-kutuplu uluslararası sistem”, birçok ülke gibi Türkiye’yi de görece biçimde “marjinalize” etmişti. Türkiye’nin “genç ve yeni ülkesi”nin bekasını sağlama alma önceliği, güvenlik doğrultulu bir dış politikayı beraberinde getirmiş ve Türkiye’nin, NATO’nun bir “kanat ülkesi” olarak, uluslararası sahnedeki rolü hayli kısıtlı ve görünmez kılınmıştı.
Türkiye’yi 1923-1989 arasına sıkışan “marjinalize” konumundan Turgut Özal çıkarttı. “Sovyet İmperiumu”nun çökeceğini öngören ve dünyanın 21.Yüzyıl’a gidiş yönünü sezen, 20.Yüzyıl’ın Kemal Atatürk’ten sonraki en önemli Türk şahsiyeti, Turgut Özal, ekonomiye dünya ekonomisine entegre edecek adımları atarak, bir yandan bugünün Türkiye’sinin alt yapısını hazırlarken, diğer yandan da Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte, Türkiye’yi uluslararası sistemin “kenar ülkesi” olmaktan çıkartıp, “merkez ülke” ya da en azından bir “bölgesel güç merkezi” konumuna getirecek siyasi tercihlere yöneldi.
Turgut Özal’ın 1990-91 Körfez Savaşı’nda izlediği politikanın “rasyoneli”ni bu öngörü, sezgi ve bakış açısında bulabilirsiniz.
Türkiye, Soğuk Savaş’ın sonu ile birlikte netleşen “postmodern çağ”a uygun biçimde “Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı” kimliğini edinmiştir. Şu anda içinde yaşadığımız dönem, 1980’lerde başlayan, 1990’lar ve özellikle 2000’lerin ilk beş yılında sağlanan birikimin “hasadını kaldırma” dönemidir.
Ak Parti’nin eriştiği yüzde 47’yi, “Esmer Türkler”i temsilen Abdullah Gül’ün çıktığı Çankaya yolculuğunu, “Esmer Türkler”in tartışmasız lideri konumuna gelen Tayyip Erdoğan’ın daha da güçlenen Başbakanlığını, bu genel çerçeve içinde görmek gerekiyor.
İçeriği zayıf, ama adeta bir tür “ritüel söylem”e dönüştürülen “Cumhuriyet’in temel değerleri”ne sürekli vurgu yapılması, bir yönüyle Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük ve daha anlamı hale gelmesinin bazılarında tetiklediği korkuları ve içerdeki “iktidar konfigürasyonu”ndaki kaçınılmaz değişikliği yansıtıyor aslında.
Tarihin akış yönüne direnilebilir ama değiştirilemez. Türkiye’de olan da bu. Türkiye, değişti. Değişiyor ve değişecek...
*** *** ***
Financial Times’daki “Avrupa Türkiye’nin geçiş dönemindeki bu kilometre taşını kutlamalıdır” başlıklı, içinde yaşadığımız gündemi tahlil eden mükemmel yazısında David Gardner, isabetle, “Bugün, İslam ve demokrasinin başarıyla biraraya getirilebilmesinden daha büyük çapta bir jeopolitik olayı düşünebilmek imkansızdır. Türkiye, kendi sınırlarının çok ötesinde yankılanacak bir deneyi başardığını ispat edecek yola girdi” diye yazıyor. “Elbette ki, bu büyük challenge’ın başarısından sorumlu olan Türklerdir. Ama Avrupa ve NATO’daki ortakları da bunu yakalamak zorundalar” diye de devam ediyor.
Financial Times yazarı, Gül’ün Cumhurbaşkanlığı adaylığı ile doruğa ulaşan 22 Temmuz sonuçlarını, Franco sonrası İspanya’da yaşanan süreçle kıyaslıyor ve başta Fransa gibi “AB’deki Türkiye karşıtları”na çarpıcı bir “uyarı mesajı” iletiyor:
“Erdoğan’ın demokratik zaferini izleyen Gül’ün adaylığı, Türkiye’nin geçiş döneminde bir kilometre taşıdır.İspanya’da seçmenlerin Francoizm’in kalıntısı askeri darbe girişimine cevap olarak 1982’de ezici Sosyalist zaferiyle kıyaslanabilir.
Avrupa buna coşkuyla karşılık vermeli ve sanki Türkler Viyana kapılarını tehdit ediyormuş gibi davranmaktan vazgeçmelidir.
Özellikle Fransa’da görülen, Türkiye’nin Avrupa mirasının hiçbir yanını paylaşmadığı iddiası tarih dışıdır; şayet Bizans’ın varolmadığını, bir doğu Roma imparatorluğunun bulunmadığını, Yunan bilim ve felsefesinin klasiklerinin İslam dünyası üzerinden iletildiğini ve Avrupa’yı karanlık çağlardan çekip çıkartmadığını ileri sürmüyorsak. Bu ülke (Türkiye), İslam’ın olduğu kadar Avrupa ve Hristiyan Dünya’nın tarihinin içinde gömülüdür ve bu çok değerli bir özelliktir.”
Bu satırlar, 22 Temmuz’un özellikle Avrupa ve Batı açısından “jeopolitik işlevi”ni anlatıyor. Ayrıca, AKP’nin başarısının gerekçelerini anlattığı satırlar var ki, bunu Türkiye’deki “kuşkucular”ın okuyup üzerinde düşünmelerinde yarar var:
“AKP, 2001 sonlarında ortaya çıkmadan, ordu dört hükümeti devirmiş ve kırk yıl içinde dört İslamcı partiyi kapatmıştı. Bu müthiş oy sonucu (2002 seçimleri) Türkiye’nin değiştiğini ve kozmopolit ve laik elitlerinin dehşete düşmesi karşılığında, bunu neo-İslamcı bir bayrak altında gerçekleştirdiğini gösterdi. Bu nasıl oldu?
AKP’nin başarısı için üç neden öne çıkıyor.
İlki, becerikli ve bir ulusal projeye sahip olmanın yararı var. Erdoğan’ın partisi 2002’de ilk kez kazandığında, milliyetçi-sağ, tüm bağırtı çağırtısına rağmen önemini yitirmiş, sol bir müze parçası haline gelmişti. Liberal ve sosyal-demokrat merkez ise dev egoların beslediği kişiler arasında büzülerek, parçalanmış, Anadolu’nun muhafazakar merkezinden kopmuştu ve sıradan Türklerin hayatlarını düzeltmek konusunda pek az şey yapmıştı.
AKP, bunun aksine, üzerinde durulan bir projedir. Yasaklanmış iki İslamcı partiden yeniden türetilerek, liberal biçimde ana akım muhafazakarlar ve Türkiye’nin yeni iş dünyası sınıfı ile katıştırılmıştı. Erdoğan ve arkadaşları, partiyi oluştururken, ev ödevlerini iyi çalışmışlardı. Ülke çapında 41,000 kişi ile yüz yüze görüşerek, Avrupa ile ilişkiler ve 1945’ten beri en kötü resesyonu yaşamakta olan ekonomiyle ilgili konuların muazzam ölçülerde Türk kaygılarına neden olduğunu öğrenmişlerdi. Başörtüsü gibi manşet konuları, uzak ara dokuzuncu sırada yer alıyordu.
AKP, o günlerden bu yana, yüksek ekonomik büyüme ve istikrar, 2.5 milyon kişiye yeni iş yaratan, kişi başına milli geliri neredeyse ikiye katlayan canlı bir iç yatırımla ve aynı zamanda eğitim ve alt yapı harcamalarını arttırarak, iyi bir yönetim ortaya koydu...
Ama, AKP’nin başarısının ikinci nedeni, ülkenin toplumsal dönüşümünü akıllıca okuyabilmesinde yatıyor. Parti, şimdi, kerameti kendinden menkul laik elitin tekelinde bulunan iktidardaki haklı paylarını talep eden Orta Anadolu’nun, toplumsal olarak muhafazakar, dindar ama aynı zamanda dinamik ve girişimci orta sınıfları için modernleşme yolunu seçti...
AKP’nin –ve Türkiye’nin- üçüncü kozu, Avrupa oldu. Nihayet müzakereleri başlamış olan ama şu anda tıkanan AB üyeliği konusu, hala Türkiye için popüler ve birleştirici bir düşünce...”
David Gardner’ın bizdeki, yeminli AKP karşıtı laikler için de bir tespiti var:
“Birçok laik Türk, olan-bitenin gizlice şeriat düzeni getirmek olmadığını gayet iyi biliyorlar. Burada, aslında, güçdengesinin taşradan ve kırsaldan gelen Türklere doğru kaymasına direnmeleriyle kendini gösteren, kesin bir sınıf düşmanlığı söz konusu. Bakış açıları fosilleşmiş durumda...”
Yazının tümünde, tahlile çok daha anlamlı ve güçlü çıkan bazı bölümleri, bazılarının “rövanşizm”, “asker düşmanlığı” gibisinden haksız, yanlış ve “provokasyona açık” saldırılarına gereksiz bir zemin oluşturmamak için aktarmıyorum. Aktardığımız bölümler, “mesaj”ın anlaşılması için yeterli.
*** *** ***
Söylemek istediğimiz özü, Türkiye’nin olağanüstü tarihi bir dönüşümü yaşamakta olduğu. Başdöndürücü bir “geçiş dönemi”nin nabzını duyuyoruz.
22 Temmuz’dan bu yanaki gelişmelerin gösterdiği Türkiye’nin yönü “geri”ye değil; tam tersine “ileri”ye doğru. Ve, Türkiye’nin “ileri yöndeki yürüyüşü”nde, yeni girişimci sınıfları, Anadolu’nun (ve büyük şehirlerinin) kalabalık, zengin, derin insan kitlesi “iktidar konfigürasyonu”nun içine dahil olup, “eski elit”in “iktidar tekeli”ni kırıyor.
Büyük bir halk enerjisiyle yenilenecek ve modernleşecek Türkiye, sınırlarının çok ötesini etkileyebilen “jeopolitik anlamı” sayesinde “uluslararası sistem” için paha biçilmez bir “istikrar güvencesi” olacaktır.
Türkiye’nin bu başdöndürücü “geçiş dönemi”ni selametle geçebilmesi için, “uluslararası sistem”in “güvencesi” altında olduğuna da, dolayısıyla, hükmedebilirsiniz...
Paylaş