Paylaş
Bütün bunlar “Türkiye sokağı”nda sorulmaya başlandı. Ama, bunlar cevabı “evet” olmayan çok aceleci sorular. Dereyi görmeden paçayı sıvayan sorular.
Rusya Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov, BM Güvenlik Konseyi’ndeki Rus vetosunun ardından, yanına Rusya istihbarat şefini de alarak dün Şam’a gitti ve Başşar Esad ile uzun bir görüşme yaptı.
Lavrov, Başşar Esad’ın “şiddeti durduracağı” sözünü verdiğini açıkladı ve Rusya’nın Arap Birliği ile bir çözüm üzerinde çalışabileceğini de açıklamasına ekledi.
Lavrov (Rusya diyelim) girişiminin fazlaca hükmü olacağı kanısında değiliz. Başşar, bugüne dek kaç kez “söz” verdi, verdiği hangi “söz”ünün arkasında durdu ve uyguladı ki? Kaldı ki, Arap Birliği’nin belkemiğini teşkil eden Körfez ülkeleri, dün diplomatlarını Şam’dan çekme kararlarını açıkladılar.
Şam rejimi yapısı gereği ve bir yıldır aldığı yolda yol açtığı sonuçlar da göz önüne alınırsa, “reforme edilmesi” imkansız nitelikte bir rejim. Ömrünü uzatmak için zaman kazanmaya çalışıyor. Rusya’nın ona sağladığı en önemli imkan da bu zaten.
Rusya, BM vetosu nedeniyle “uluslararası diplomasi”de kendisini tecrite sürükledi. Başşar rejimini ayakta tutacak gücü de yok. Lavrov girişiminin, Başşar politikası nedeniyle duvara toslaması ve Rusya’nın elini boşaltması ihtimali ise hayli yüksek.
Rusya’nın son manevraları, Başşar’ın devamını sağlayabileceğine inanmaktan ziyade, Sovyetler Birliği’nin mirasçısı “büyük güç” konumunu teyid ettirmeye benziyor.
BM Güvenlik Konseyi oylamasının 13-2 bittiğini aklımızdan çıkartmayalım. O 13 ülke arasında, Suriye’deki rejimi arkalamaya epey gayret sarfetmiş Hindistan ve Güney Afrika da var. Artık onlar bile Başşar’ın arkasından çekilmeye mecbur kaldıklarına göre, Rusya’nın “oyalama taktikleri”nin de bir sınırı olacak.
Rusya kadar Suriye’nin geleceğinde etkili olma gücüne sahip olan ülke Türkiye. Türkiye, hem “coğrafi konumu” itibarıyla öyle, hem de Suriye muhalefetine “ev sahipliği” yapıyor olduğu için öyle.
Türkiye’nin Başbakanı Tayyip Erdoğan, dün, Başşar Esad’ı yerden yere vuran bir konuşma yaptı ve Türkiye’nin “Rejimin değil Suriye halkının yanında olan ülkelerle yeni bir girişim başlatacağını” bildirdi.
Bu, kimlerle ve nasıl bir girişim olacak; belirsiz. Ancak, Başşar’ın “savaşsız çekilmesi” için bir girişim olacağı besbelli.
Dolayısıyla, “Türkiye, şunun bunun adına Suriye ile savaşa giriyor” diye bir fotoğraf söz konusu değil.
“Niyet edilmeyen sonuçlar”
Bununla birlikte, Suriye’deki krizin karakteristikleri, “niyet edilmeyen sonuçlar”a (unintended consequences) da gebe. Unutmayalım, Suriye, bir yıl öncesine kadar, Türkiye’nin en yakın dostuydu. Erdoğan çifti ile Esad çifti arasında bir “aile hukuku” vardı. Türkiye, 2000’li yılların ilk 10 yılında, özellikle Hariri suikastından sonra Lübnan’ı terketmek zorunda kaldığında ve tam bir tecrite gittiği bir sırada, Şam rejimini ipten aldı.
“Arap ayaklanma dalgası”, Mart ayında Suriye’ye ulaştığı vakit bile, rejimi ayakta tutmak için gayret gösterdi. Başşar’ı ayakta tutacak yolları kendisine önerdi.
Olmadı. Yürümedi.
Ardından, Suriye muhalefetine ve zulümden kaçanlara kapılarını açtı. Ama, Türkiye’de oluşan ve yerleşen muhalefet örgütü Suriye Ulusal Meclisi’nin ve Hür Suriye Ordusu’nun, Suriye içinde bir “tampon bölge” kurulması yönündeki baskılarına direndi.
Böyle bir adımın, Nusayri azınlığına dayanan rejimin Suriye’yi mezhep zemininde bölmesi tuzağına düşmek olacağını belirterek. Suriye muhalefeti ve halkın kayda değer bir kesiminde hayal kırıklığı yaratmak pahasına, direndi.
Suriye muhalefeti, Türkiye’nin Suriye topraklarında oluşturacağı bir “tampon bölge”ye, Başşar Esad rejiminin dayanamayacağını ve bu adımın kanlı, zalim rejimin çöküşünü hızlandıracağına inanıyor. Böylece, kaçınılmaz katliamların ve “iç savaş”ın önleneceğini düşünüyor.
Türkiye, bu fikre ve bu fikir etrafındaki baskılara direndiği gibi, “Libya örneği”nin Suriye’de tekrarlanmasına da karşı çıktı.
Fakat, Türkiye-Suriye ilişkilerinin özellikle son bir yıl içinde nereden nereye geldiğini göz önüne alırsak, ayrıca, Libya’da işin başında NATO müdahalesine karşı çıkmış olmasına rağmen, daha sonra NATO operasyonunda görev aldığını hatırlarsak; Suriye’de de “niyet edilmeyen sonuçlar”ın pekala gerçekleşebileceğini düşünmemiz ve öyle ihtimaller kendimizi hazırlamamız gerekir.
Ortadoğu’da özellikle Suriye’de tarih, gayet kaygan bir zemin üzerinde ve çok hızlı hareket etmeye başladı. Bir yıl önce geçerli olmayan pozisyonlar, bir yıl sonra geçerli hale gelebiliyor. Bir ay önce bir kenara ittiğiniz seçenekler, bir ay sonra kendisini zorunlu olarak dayatabiliyor.
Bu gibi durumlarda, siyasi adımlar ve taktikler de değişken olmak zorundadır. Değişmeyecek olan “ilke”dir. O “ilke” ise şu:
Tam 911 kilometre ortak sınıra sahip olduğumuz, yüzyıllardır aynı yönetim altında yaşadığımız Suriye adındaki coğrafya parçasında, mevcut kan dökücü rejimin sahneyi terketmesinden yana mıyız, değil miyiz?
Miloşeviç’ten Başşar’a
Soğuk Savaş sonrası dünyada, özellikle Bosna-Hersek’le birlikte “içişlerine karışmama” kuralı, soykırıma varan kampanyalara “yeşil ışık” yakmak anlamına geliyor. 1648’den beri uluslararası ilişkilere damgasını vurmuş olan bu “Westphalia Barışı kuralı” artık tedavülden kalktı. Bosna ve Kosova’daki “Sırp kasabı” Slobodan Miloşeviç’in Belgrad’daki cumhurbaşkanlığı koltuğundan, Lahey’deki Uluslararası Savaş Mahkemesi’nde “savaş suçlusu” sandalyesine giden seyahatini unutmayın. Bosna ve Kosova da, Miloşeviç’in “içişleri” idi ama uluslararası sistem Miloşeviç’e o “hoşgörü”yü tanımadı.
Suriye’deki gelişmelerin sonuçlarından Türkiye kaçamaz. Ama, tersine, Türkiye, Suriye’deki gelişmelerin sonuçlarını etkileyebilir.
Bu bakımdan, soru, “Türkiye, Suriye’de savaşa mı girecek?” değil; Türkiye, Suriye’deki gelişmelere aktif bir uluslararası ve bölgesel aktör olarak nasıl müdahil olacak?
İş, bu soruyu sormakta ve doğru cevabı bulmakta.
Paylaş